• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

69Kehf Suresi 9-12




Hatalı Çevrilen Ayetler



Kehf Suresi 9-12





Hatalı Çeviri:
9. (Resûlüm)! Yoksa sen, bizim âyetlerimizden Ashâb-ı Kehf ve Ashâb-ı Rakîm'in durumlarını şaşırtıcı mı buldun?
10. O (yiğit) gençler mağaraya sığınmışlar ve: Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla! demişlerdi.
11. Bunun üzerine biz de o mağarada onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk (uykuya daldırdık.)
12. Sonra da iki guruptan hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye onları uyandırdık.




Doğru Çeviri:
9.Yoksa sen, Büyük Mağara ve Rakim/Yazıt Ashâbı’nın şaşılacak alâmetlerimizden/ göstergelerimizden olduklarını mı sandın?
10.O yiğitler, Büyük Mağara’ya sığınınca: “Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bizim için şu işimizden akıl gelişmişliği hazırla” dediler.
11.Bunun üzerine Biz, onların kulakları üzerine o büyük mağarada nice yıllar vurduk.
12.Sonra da iki grubun hangisinin, onların bekledikleri süreyi daha iyi hesapladığını bildirelim/ işaretleyip gösterelim diye Rakim/Yazıt Ashâbı’nı gönderdik.


“Giriş” bölümünde, surenin iniş nedeniyle ilgili olarak “Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında yer alan bazı nakilleri sunmuştuk. Bu nakillerde, Mekkeli müşriklerin Yesrib’teki Ehlikitap bilginlerine başvurdukları ve onlardan Ashab-ı Kehf’e dair peygamberimize soru sormaları ve onun bu soruya vereceği cevabı dikkate almaları yönünde akıl aldıkları ifade edilmekteydi.


Söz konusu nakiller göz önünde tutularak bu ayetlerin peygamberimize yöneltilen bir sorunun cevabı olduğu görüşü makul gibi görünse de, biz bu konuda farklı kanaat taşıyoruz. Zira nakillerde yer alsa bile ayetlerin metninde peygamberimize bu konuda soru yöneltildiğine dair herhangi bir ifade bulunmamaktadır. Hâlbuki Zülkarneyn ile ilgili bölüm için tersi söz konusu olup ayetlerin metninde “Sana Zülkarneyn’den soruyorlar. De ki: …” ifadesi geçmektedir. Ashab-ı Kehf hakkındaki anlatıma ise direkt peygamberimiz ve herkes muhatap alınarak “Yoksa sen, Kehf [Büyük mağara] ve Rakim [Yazıt] ashabının şaşılacak ayetlerimizden olduklarını mı sandın?” denilerek başlanmış ve herhangi bir soruya telmihte bulunulmamıştır.
Pasajı okumaya başlamadan önce dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, kıssada sadece Ashab-ı Kehf’ten değil, Ashab-ı Kehf ile beraber Ashab-ı Rakim’den de bahsedilmiş olmasıdır. Bu nedenle, pasajdaki zamirlerin bir bölümü Ashab-ı Kehf’e, bir bölümü de Ashab-ı Rakim’e racidir.


Ayetlerin metninden açıkça anlaşıldığı üzere, surenin bu bölümünde, Kur’an’ın indiği döneme göre henüz gerçekleşmemiş, ondan asırlarca sonra gerçekleşecek olan ve insanların yok olmadığını, zamanı gelince sağda solda dağınık olarak bulunan hücrelerin emaneten durdukları yerlerden alınıp birleştirileceği gerçeğine ve ahıretin kesin varlığını bilimsel olarak ortaya koyacak kişilere ve olaylara değinilmiştir.


“Kehf” ve “Rakim Ashabı” konularının iyi anlaşılabilmesi için öncelikle 21. ayete dikkat edilmesi gerekmektedir:
21.Böylece, Allah’ın vaadinin hak olduğunu ve kıyâmet gününde hiç şüphe olmadığını bilmeleri için, onlar üzerine haberdar yaptık. Hani onlar aralarında işlerini tartışıyorlardı. Dediler ki: “Üstlerine basit bir bina yapın. Rableri onları daha iyi bilir.” Onların işleri üzerine galip olanlar: “Üzerlerine kesinlikle bir mescit [ikna yerleri/âhiretin varlığını ispat edecek okullar] yapacağız” dediler.(Kehf/21)


Görüldüğü üzere, Kehf ve Rakim Ashaplarının konu edilmelerinin amacı, onların Allah’ın vaadinin hak olduğuna ve kıyamete dair hiç şüphenin olmayacağına bilimsel kanıt olmalarıdır.


On ikinci ayetteki “lina’leme”  ifadesinin tahlili ile ilgili ayrıntılı bilgi Sebe/21. ayetin tahlilinde verilmiştir.[12]


Kehf ve Rakim Ashapları bize bir kıssa olarak anlatılmamıştır. Geçmişteki kıssaların gelecekteki kıyamete kanıt olması zaten düşünülemez.  Anlatımda kullanılan fiillerin geniş veya gelecek zaman kipleriyle verilmesi de anlatılanların geçmişe değil de geleceğe yönelik olmasından dolayıdır.


Bu açıklamalardan sonra, Ashab-ı Kehf hakkında verilen bilgilerin “Ashab-ı Kehf Kıssası” olarak kabul edilmesini sağlayan nakillere göz atılması yararlı olacaktır. Rivayet kitaplarında Ashab-ı Kehf’e ait nakledilen kıssalar oldukça ayrıntılı ve birbirinden farklıdır.



Biz, Kur’an’da sözü edilen Ashab-ı Kehf ile efsanelerdeki Ashab-ı Kehf’in birbiriyle alakasının olmadığına kani olsak da, sırf mukayese yapılabilsin diye, merhum Mevdudi’nin hazırladığı en derli toplu nakil derlemesini aşağıda naklediyoruz:

“Bu hikâye ile ilgili en eski kaynak, Suriyeli bir Hıristiyan rahip olan Saruc’lu James’e aittir. James “Mağarada uyuyanların” ölümünden bir kaç yıl sonra M.S. 452’de doğmuştur. Bu olayı geniş ayrıntılarıyla açıklayan hitabe, James tarafından M.S. 474′de veya o sıralarda kaleme alınmıştır. Bu Suryani kaynağı ilk müslüman müfessirlerin eline geçmiş ve İbn Cerir et-Taberi de kendi tefsirinde birçok raviden bu kaynağı nakletmiştir. Diğer taraftan aynı kaynak Avrupa’ya ulaşmış ve Yunanca, Latince tercümeleri yayınlanmıştır. Gibbon’un The Decline and the Fall of Roman Empire [Roma İmparatorluğunun Çöküşü] adlı kitabının 33. bölümünde “Yedi Uyuyanlar” başlığı altında söyledikleri, bizim müfessirlerimizin anlattığı hikâyeye o denli benzemektedir ki, ikisinin de aynı kaynaktan alındığında şüphe yoktur. Mesela, Yedi Hıristiyan genci işkence yaparak mağaraya sığınmaya zorlayan kralın ismi, Gibbon’a göre İmparator Decius’tur. Decius, Roma İmparatorluğunu M.S. 249-251 yılları arasında yönetmiştir ve onun dönemi Hz. İsa’yı (a.s) takip edenlere yapılan işkencelerle meşhurdur. Müslüman müfessirlerin kitaplarında ise bu imparatorun adı “Decanus” “Decaus” olarak geçmektedir. Bizim müfessirlerimize göre bu olayın geçtiği yerin ismi “Aphesus” veya “Aphesos”tur. Diğer taraftan Gibbon’a göre bu yerin ismi Ephesos [Efes] ‘tir. Yani Anadolu’nun batı sahilindeki Roma’nın en büyük limanı ve şehridir. Bu şehrin harabelerini bugün de Türkiye’nin İzmir kentinin 20-25 mil ötesinde görmek mümkündür. “Mağarada Uyuyanlar’ın” uyandıkları dönemin imparatorunun adı Müslüman müfessirlere göre “Tezusius”tur, Gibbon’a göre ise II. Theodosius’tur. Bu İmparator, Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra M.S. 408-450 yıllarında tahtta bulunuyordu.


İki hikâye arasında o denli benzerlik vardır ki, Mağarada Uyuyanlar’ın uyandıktan sonra yiyecek almak için şehre gönderdikleri adamın adı Müslüman müfessirlere göre “Jamblicha”, Gibbon’a göre ise Jamblichus’tur. İki hikâyenin ayrıntıları da hemen hemen aynıdır.


İmparator Decius zamanında Hz. İsa’ya uyanların acımasızca işkenceye uğradığı sırada, yedi Hıristiyan genç bir mağaraya sığındılar ve uykuya daldılar. Daha sonra İmparator I. Theodosius’un tahta geçişinin 38. yılında [yaklaşık olarak M.S. 445-446 yıllarında] yani bütün Roma İmparatorluğunun müslüman olduğu bir dönemde uyandılar. O halde mağarada yaklaşık 196 yıl kaldılar.


Bazı oryantalistler, yukarıda anlatılan hikaye ile Kur’an’da anlatılan kıssanın aynı olmadığı görüşündedirler. Çünkü onlar Kur’an’da anlatılan olayın 309 yıl olduğu, oysa bu hikayede olayın 196 yıl olduğu fikrini savunurlar. Bu itiraza 25. açıklama notunda cevap verdik.


Kur’an ile bu Suryani kaynağı arasında birkaç küçük fark vardır. İşte bu nedenle Gibbon, Hz. Muhammed’i (s.a) “cahillikle” suçlamaktadır. Fakat onun kendisine dayanarak bu iftirayı attığı Suryani kaynağı, ona göre bile olay bittikten 30-40 yıl sonra bir Suriyeli tarafından ele alınmıştır. Gibbon, bu olayın bir ülkeden diğer bir ülkeye ağızdan ağza yayılırken nasıl değiştiğini göz önünde bulundurmamaktadır. Bu nedenle bu kaynağı kesin doğru kabul edip aralarında var olan değişiklik nedeniyle Kur’an’ı itham etmek yanlıştır. Böyle bir tutum ancak dini düşünceler hakkında çok önyargılı olan ve mantığın gereklerini bile görmezlikten gelen kâfirlerin tutumu olabilir.


“Mağarada Uyuyanlar” olayının geçtiği Ephesus [Efes] şehri, yaklaşık olarak M.Ö. II. yüzyılda kurulmuş ve putperestliğin en büyük merkezi olmuştur. Bu şehrin en büyük putu, Ay tanrıçası Diana idi ve onun bulunduğu tapınak eski dünyanın harikalarından biri olarak kabul ediliyordu. Bu puta tapanların büyük bir bölümünü Anadolulular oluşturmaktaydı. … Roma İmparatorluğu da onu tanrıçalarından biri olarak kabul ediyordu.


Hz. İsa (a.s)’dan sonra onun mesajı Roma imparatorluğunun çeşitli bölgelerine ulaşmaya başladığında, Efesli birkaç genç putperestlikten vazgeçtiler ve Allah’ı Rableri olarak kabul ettiler. Tours’lu Gregory, “Meraculorum Liber” adlı kitabında bu Hıristiyan gençler hakkında ayrıntılı bilgiler toplamıştır.


“Onlar yedi gençti. İmparator Decius onların inançlarını değiştirdiklerini öğrenince onlara yeni dinleriyle ilgili sorular sordu. Onlar, İmparatorun İsa’nın dinine tamamen karşı olduğunu bildikleri halde, inandıkları Rabbin yerlerin ve göklerin Rabbi olduğunu ve ondan başka hiç bir ilah tanımadıklarını, aksi takdirde büyük bir günah işlemiş olacaklarını açıkladılar. İmparator buna çok kızdı ve onları öldüreceğini söyledi. Fakat daha sonra gençliklerini göz önünde bulundurarak onlara dinlerini değiştirmeleri için üç gün süre verdi. Bu üç gün sonunda inançlarından dönmezlerse öldürüleceklerdi.


Bu yedi genç fırsattan faydalandılar ve şehirden ayrılarak dağda bir mağaraya sığınmak üzere yola çıktılar. Yol üzerinde bir köpek peşlerine takıldı. Onu geri çevirmeye çalıştılar, fakat köpeği peşlerinden ayıramadılar. Sonunda gizlenebilecek bir mağara buldular ve içine gizlendiler. Köpek de mağaranın girişine oturdu. Yorgunluktan derin bir uykuya daldılar. Bu olay M.S. 250 yıllarında meydana geldi. Yaklaşık 197 yıl sonra M.S. 447′de, İmparator II. Theodosius zamanında, tüm Roma İmparatorluğunun Hıristiyan olduğu ve Efeslilerin de putperestlikten vazgeçtiği bir dönemde uyandılar.


Bu dönemde Romalılar arasında, öldükten sonra dirilme ve mahşer günü ile ilgili yoğun bir tartışma gündemdeydi. İmparatorun kendisi de insanların kafasından bu inançsızlığı silmek için bir fırsat gözlüyordu. O denli ki, bir gün insanların inançlarını ve düşüncelerini düzeltecek bir ayet, bir mucize sunması için Allah’a yalvarıp dua etti. İşte tam o günlerde “Yedi Uyuyanlar” mağaralarında uyandılar.


Uyandıktan sonra gençler birbirlerine ne kadar uyuduklarını sormaya başladılar. Bazıları bir gün, bazıları da günün bir bölümü kadar uyuduklarını söylediler. Bir sonuca varamayınca tartışmayı bıraktılar ve gerçek sürenin ne olduğunu Allah’a bıraktılar. Daha sonra arkadaşlarından Jean’ı gümüş paralarla yiyecek almak üzere şehre gönderdiler ve ona tanınmamaya dikkat etmesini, zira Efeslilerin onu Diana’nın önünde secde etmeye zorlayacaklarını tembih ettiler. Fakat Jean şehre indiğinde tüm dünyanın değişmiş olduğunu görerek şaşırdı: “Bütün topluluk Hıristiyanlığa girmiş ve şehirde Diana’ya tapan hiç kimse kalmamıştı. Jean bir dükkâna girdi ve birkaç somun ekmek almak istedi. Fakat para olarak verdiği gümüşlerin üstünde İmparator Decius’un resmini gören dükkân sahibi gözlerine inanamadı ve yabancıya bu parayı nereden bulduğunu sordu. Genç adam paranın kendisinin olduğunu söyleyince aralarında bir tartışma başladı. Daha sonra etraflarına büyük bir kalabalık toplandı ve mesele şehrin yöneticisine kadar ulaştı. Yönetici de şaşırmıştı ve parayı aldığı hazinenin nerede olduğunu soruyordu. Fakat genç paranın kendisine ait olduğu konusunda ısrar etti.


Yönetici ona inanmadı, çünkü yaşlılardan hiç birinin tanımadığı yüzyıllar öncesine ait bir paraya gençler sahip olamazdı. Jean, imparator Decius’un öldüğünü öğrenince buna hem şaşırdı, hem de sevindi. Kalabalığa önceki gün Decius’un zulmünden kurtulmak için birkaç arkadaşı ile birlikte mağaraya sığındıklarını söyledi. Yönetici çok şaşırmıştı ve arkadaşlarının gizlenmekte oldukları mağarayı görmek isteyerek gencin peşinden gitti. Onların arkasından büyük bir kalabalık da geliyordu. Mağaraya geldiklerinde gençlerin gerçekten de İmparator Decius zamanına ait olduklarını fark ettiler. En sonunda İmparator Theodosius’a da haber verildi ve o da mağarayı ziyaret etti. Daha sonra yedi genç mağaraya geri döndüler ve orada son nefeslerini verdiler. Bu apaçık mucizeyi görünce insanların öldükten sonra dirilmeye inançları tekrar güçlendi ve imparator mağaranın etrafına büyük bir anıt inşa edilmesi için emir verdi.”


Yukarıda anlatıldığı şekliyle mağarada uyuyanların hikâyesi Kur’an’da anlatılan kıssaya o denli benzemektedir ki, bu yedi gencin Ashab-ı Kehf [Mağarada Uyuyanlar] olduğu kolayca kabul edilebilir. Bununla birlikte bazıları bu hikâyenin bir Anadolu şehrinde geçtiği, oysa Kur’an’ın Arabistan dışında gelişen bir olaya değinmediği şeklinde bir itiraz yöneltirler. Bu nedenle, onlara göre, bu Hıristiyan hikâyesini Ashab-ı Kehf kıssası olarak kabul etmek Kur’an’ın üslup ve ruhuna aykırıdır. Bize göre bu itiraz yanlıştır. Kur’an, Arapları uyarmak amacıyla Arabistan içinde veya dışında yaşayan Arapların tanıdığı doğru yoldan sapan birçok eski toplulukla ilgili hikâyeler anlatır. İşte bu nedenle Kur’an’da Mısır’ın eski tarihine değinilmiştir, oysa Mısır hiç bir zaman Arabistan’ın bir parçası olmamıştır. Sorun şudur: Kur’an’da Mısır tarihine değinilebilirken, neden Arapların Mısır tarihi kadar tanıdık olan Roma ve Roma tarihine değinilmesin? Roma sınırları Kuzey Hicaz’a kadar uzanmıştı ve Arap kervanları hemen hemen bütün yıl boyunca Romalılarla ticaret yapıyordu. Bundan başka, doğrudan Roma yönetimi altında olan Arap kabileleri de vardı. Roma İmparatorluğu Araplar için yabancı değildi. Ve bu gerçek, Rûm Suresiyle açığa çıkmıştır. Şöyle bir fikir de akla gelebilir: Mağarada uyuyanlar kıssası, Hz. Muhammed’in (s.a) peygamberliğini sınamak için Yahudi ve Hıristiyanların kışkırtması ve Arapların hiç bilmediği konularda sorular sormalarını tavsiye etmeleri üzerine Mekkeli müşriklerin Peygamber’e (s.a) yönelttikleri soruya bir cevap olarak da anlatılmış olabilir.”[13]



ASHAB-I KEHF VE ASHAB-I RAKİM’İN SÖZCÜK ANLAMLARI:

الكهفK Kehf
الكهف Kehf”, dağdaki büyük ve geniş oyuk [mağara] demektir. Küçüğüne ” غار Gâr” denir.[14]


الرّقيم Rakim
Rakim” sözcüğü “rkm” kökünden olup “yazmak” anlamındadır. Nitekim Kur’an’da “Kitabun merkûm [yazılmış kitap]” (Mutaffifîn/9, 20) olarak geçer. “Rakîm” de “Yazılmış, rakamlanmış” demektir. Bununla “levha; kitabe, yazıt” kastedilir. Kimileri Rakim’in, üzerinde mağara bulunan dağ; kimileri Ashab-ı Kehf’in yaşadığı kentin adı; kimileri de Ashab-ı Kehf’in isimlerinin yazılı olduğu kurşun kitabe” olduğunu söylemiştir.[15]

Sözcüğün en uygun anlamı ise “Yazıt; kitabe, yazı, yazılı levha” anlamıdır.


“Kehf” ve “Rakim” sözcükleri “ اصحابAshab” sözcüğü ile tamlama yapıldığında, “ اصحاب الكهفAshab-ı Kehf [Büyük Mağara Ehli] ve “ اصحاب الرّقيم Ashab-ı Rakım [Kitabe, Yazıt Ehli]” anlamları ortaya çıkar.


Demek oluyor ki, bu pasajda, “Büyük Mağara”da gelişecek bir takım olaylar anlatılmaktadır. “Büyük Mağara”da çalışanlar ile “Yazıt Ashabı” arasında bir şeyler olacaktır. Mağarada olacak olayların anlatıldığı ayetlere bakılırsa, bu büyük mağara bir “dağ oyuğu” değil bir laboratuar ve ses geçirmez bir stüdyo’dur.


Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakım’i doğru anlayabilmek için Rabbimizin daha evvel biz kullarına bildirmiş olduğu bazı bilgileri hatırlamamız gerekmektedir. Zira o bilgiler, burada konu edilecek olan olayların alt yapısı, ilk basamağı mesabesindedir. Hud suresinin tahlilinde vermiş olduğumuz bu bilgileri, konuyla yakın ilgisinden dolayı özet olarak değil, aynen nakletmeyi zorunlu görüyoruz:
6.Ve yeryüzünde hiçbir küçük-büyük canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Allah, onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır.(Hud/6)
                                                                                              
Allah ile canlılar arasındaki ilişkinin vurgulandığı bu ayette, Allah’ın hareket etmekte olan her yeryüzü canlısının rızkını verdiği, onların konulduğu ve bulunduğu yerleri bildiği, dolayısıyla her bir canlıyı sürekli olarak kontrol ettiği bildirilmektedir.


Ayette geçen “ دابّةdabbeh” sözcüğü, virüs, bakteri gibi en küçükler de dâhil olmak üzere, hareket eden her türlü canlı varlık demektir. Ayetin ifadesinden, Yüce Allah’ın sadece insanların değil, büyüğüyle küçüğüyle, denizdekiyle karadakiyle tüm yaratıkların rızklarına kefil olduğu anlaşılmaktadır.


“Dabbeh” sözcüğünü ilk geçtiği Neml/82’nin tahlilinde ayrıntılı olarak incelemiş, sözcüğe yanlış anlamlar yüklenmesi sonucunda ortaya ne gibi yanlış inançların çıktığını detaylarıyla anlatmıştık. Bu nedenle, gerek “dabbeh” sözcüğünün Kur’an’daki gerçek anlamı, gerekse bu sözcük etrafında oluşan rivayet yığınının niteliği hakkındaki açıklamalarımızın tekrar okunmasını önermekle yetiniyoruz.




“مستقرّ MÜSTAKARR” VE “ مستودع MÜSTEVDA” SÖZCÜKLERİ

Ayette geçen “el-müstekarr” sözcüğü “yerleşik yer”, “el-müstevda’” sözcüğü de “geçici yer” demektir. Allah’ın her canlının “yerleşik” ve “geçici” yerlerini bilmesi demek, canlıların hem ema­net edildikleri, hem de sonradan mekân tuttukları yerlerin Allah tarafından biliniyor olması demektir. Bu yerler ne kadar değişikliğe uğrarsa uğrasın, Allah’ın bilmesi bakımından herhangi bir durum değişikliği [ya da “zorluk”] oluşturmaz. Meselâ:

-   Bir kimse belli bir adreste ikamet ederken, bazı sebeplerle başka şehirlere, başka ülkelere gidebilir; nereye giderse gitsin, Allah o insanın nerede olduğunu bilir.

-   Bir kimsenin her gün yattığı yer ile öleceği yer aynı olmayabilir; ancak Allah her ikisini de bilir.

-   Bir sperm hücresi babanın vücudunda yaratılır, sonradan yeri değişerek annenin yumurta hücresine girer. Allah bu hücrenin de ne zaman, nerede olduğunu tam olarak bilir.

-   Bir bakteri belli bir yerde oluşur, sonra da değişik yollarla başka canlıların vücutlarına girer ve orada faaliyet gösterir. Allah o bakterinin de nerede ve hangi faaliyette bulunduğunu bilir.


Nitekim Rabbimiz şöyle buyurur:
Gaybın anahtarları da yalnızca O’nun katındadır. O’ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O… O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın.(En’am/59)
Konumuz olan ayet, bize göre, yukarıda saydıklarımızın dışında bir başka anlam daha içermektedir. O da “insanın kendisine ait bilgilerle beraber diriliş gününe kadar emanet olarak durduğu yerin Allah tarafından biliniyor olması”dır.

Bu anlamın biraz daha ayrıntılı açıklanabilmesi için şu ayetlerin hatırlanması gerekir:
1. Ayet:
“O gün, o insan, önden yolladığı ve geriye bıraktığı şeyler ile haberlenir.(Kıyamet/13)

اليوم   Yevm” sözcüğü Kur’an’da sadece “gün” anlamında değil, “evre, devre, etap” anlamlarında da kullanılmıştır. Bu sözcük Kur’an’da bazen kısa bir “an”ı, bazen de uzun “yıllar”ı işaret etmektedir. Meselâ Rahman/29’da “an” anlamına gelen “yevm” sözcüğü, Hud/7 ve Fussılet/9, 10’da “uzun yıllar” anlamına gelmektedir.


Bize göre, bu ayetlerdeki “o gün”, yukarıdaki olayların meydana geldiği ve inançsızların “Kaçacak yer neresi!” diyerek âdeta kaçacak delik aradığı, yani gözün fal taşı gibi açıldığı, Ay’ın tutulduğu, Güneş ve Ay’ın birleştiği gündür, ölüm anıdır.


İşte “o son an”da, insanın yaratılışta içine yerleştirilmiş biyolojik “çip”ler [hafıza işlevini gören sinir hücreleri] görev başına gelip kayıttaki bilgileri insanın görüşüne arz ederler. İnsan artık vicdanıyla baş başa kalmış ve yaptıklarının azabını vicdanında duymaya başlamıştır. Böylece insanın kendi aleyhine hem tanık hem de ihbarcı olacağı dönem o ölüm anıyla başlamıştır. Tabiî ki bu süreç ahirette de devam edecektir.



Hafıza hücrelerinin görev başına geleceğine ve kişinin yaptıklarını eksiksiz olarak bildireceğine dair görüşümüz, bilimsel araştırmalardan da destek almış durumdadır. Dr. Pınar Uysal Onganer bir makalesinde şunları söylemektedir:

“… Kaliforniya’da bulunan Salk Enstitüsü Biyoloji Bölümü nörobiyologları [sinir biyologları], “Neuron” dergisinde konu ile ilgili bulgularını yayınladılar. Yaptıkları deneysel çalışmaları ile, unuttuğumuzu sandığımız için şemsiye almadığımıza inandığımız hâlde, aslında beynimizin hatırladığını kanıtladılar. … Dr. Thomas D. Albright ve ekibi, maymunların beyinlerinde neler olduğunu anlamak için ‘İnferior Temporal Korteks’teki [İTK] sinir hücreleri sinyallerini incelemişler. İTK, beynin ‘görsel tanıma’ ve hatırlamadan sorumlu alanıdır. Elektriksel olarak bu bölgenin uyarılmasının, geçmişte yaşanan olaylara ait görsel halüsinasyonlara neden olduğu gösterilmiştir. Ayrıca İTK’nın görsel hafızanın depolanması ve gerektiğinde çağırılmasında rolü olduğu düşünülmektedir.”[16]


61Ve Allah, kulları üzerinde hükümranlığı sürdürür ve O, sizin üzerinize koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik-fazla yapmadan, onu vefat ettirirler; onlara geçmişte yaptıklarını, yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlatırlar. 62Sonra kendi gerçek Mevlâları Allah’a döndürülürler. Dikkatli olun, hüküm ancak O’nundur ve O, hesap görenlerin en süratlisidir.”(En’am/61)


Yukarıdaki ayette “Koruyucular” olarak çevirdiğimiz sözcük, orijinal metinde “Hafaza” olarak geçmektedir. Bu sözcüğün kök anlamı “korumak”tır. “Koruyucular” anlamına gelen “Hafaza” ile “bellek” anlamına gelen “Hafıza” sözcüğünün aynı kökten türetilmiş olması özellikle dikkat çekicidir. Görüldüğü gibi, ayet, insan yapısında hafıza işlevini gören hücrelerin [belleklerin] varlığını ispatlamaktadır. Çünkü Allah’ın vefat ettirdiği sırada kullarına göndereceğini bildirdiği “muhafızlar [koruyucular]”, insana takdim ve tehir ettiğini eksiksiz haber veren, bir bakıma, insana kendi hayatının “Z” raporunu çıkartan “bellekler”dir.


2,3.Ama onlar, kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler, “Bu, şaşılacak bir şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu, uzak bir dönüştür” dediler.
4.Biz, yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda da çok iyi kaydedip koruyan bir kitap vardır.(Kaf/2-4)

Bu ayet, inkârcıların “Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür” şeklindeki bahanelerine verilen cevaptır. İnkârcıların yeniden dirilmeyi alışılmıştan uzak [imkânsız] zannetmeleri, yaratılış gerçeğini ve yaratılışın bütün bölümlerini ayrıntılarıyla bilmemelerinden [bilgisizlikten] kaynaklanmaktadır.


Hayatın bütün sırları keşfedilmiş olsa idi, herhâlde ölümden sonra dirilme de akıllara pek uzak gelmezdi. Ne var ki, Yüce Allah bu sırları bilmekte ve ona göre yaratmaktadır:
79,80.De ki: “Onları ilk defa oluşturan onları diriltecektir. Ve O, her oluşturmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş/oksijen yapandır. Şimdi de siz oksijenden yakıp duruyorsunuz.(Ya Sin/79)]

Öldükten sonra çürüyüp toprak olanlara ne olduğu, varlıkları nelerin oluşturduğu, onları oluşturan parçalar arasındaki bağların niteliği, bu parçalardan nelerin kaybolup nelerin kaybolmadığı, nelerin şekil değiştirerek mevcut kaldığı [varlıklarını koruduğu] gibi hususlar ancak Rabbimiz tarafından bilinebilecek sırlardır. Rabbimiz varlıklarla ilgili tüm bu hususları noksansız olarak bilmekte, yarattığı hayata ilişkin tüm sırları kendi ilminde bulundurmaktadır. Ayette yaratılışla ilgili tüm bilgilerin korunduğu bildirildiğine göre, insanların öldükten sonra çürüyüp toprağa karışmaları onların kaybolup gittikleri anlamına gelmez. Hayatın bu topraktan [maddeden] yeniden başlaması, daha önce bir kez gerçekleşmiştir ve sürekli gerçekleşmeye devam edip gitmektedir.


Yukarıdaki üç ayeti göz önünde bulundurarak “müstakarr” ve “müstevda” sözcükleri ile ilgili olarak yukarıda verdiğimiz son anlamın açıklaması şu şekilde yapılabilir:
İnsanın yapısında kendisi hakkındaki tüm olayları kayda geçiren bellek hücreleri mevcuttur. Hatta tüm hücrelerin bellek özelliğine sahip olmaları ihtimali de uzak değildir. Bu bellek hücreleri, ölüm anında işlevlerini yerine getirerek vefatın gerçekleşmesini sağlamaktadırlar. Konumuz olan ayetteki “O [Allah], onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir” ifadesinden, bu hücrelerin ölüm sonucu toprağa karışıp yok olmadığı ve Allah’ın insanların tüm hayatlarının kayıtlarını taşıyan bu muhafızların [bellek hücrelerinin] nerede bulunduklarını bildiği anlaşılmaktadır.


Bunun böyle olması, reenkarnasyon ile izah edilmeye çalışılan bazı olaylara yeni bir açıklama imkanı getirmektedir. Bilindiği gibi, dünyaya gelmeden önce başka bir hayat yaşadığını iddia edip o hayatına dair önemli ayrıntılar veren bazı insanlardan bahsedilmektedir. Tenasuh [Ruh Göçü] inancına dayanak yapılmaya çalışılan bu tür vakalar, bir insanın zaman içinde farklı bedenlerde yaşadığına kanıt olarak yorumlanamaz. Çünkü ölen bir insan ne bir daha hayata dönebilir, ne de bir başka insanın bedeninde yeni bir hayata geçebilir. Bunda hiçbir kuşku yoktur. Ancak geçmişte başka hayatlar yaşadığını iddia edenler arasından yalancı, şarlatan veya patolojik kişilikli olmadıkları belirlenenler çıkarsa, bunların durumu nasıl açıklanmalıdır?


Konumuz olan ayette, Rabbimizin her şeyin takipçisi olduğu, hiçbir olgu, olay ve nesnenin O’nun ilmi ve kontrolü dışında bulunmadığı bildirilmektedir. Bu ayetin bizim öngördüğümüz anlamı çerçevesinde olaya şöyle bir açıklama getirilebilir:
Asırlar önce yaşamış bir kişiye ait bellek hücrelerinin sindirim ya da solunum yoluyla herhangi bir kişinin vücuduna girmesi ve orada emaneten durması, o kişinin de bu bellek hücrelerindeki kayıtları kendi geçmişi imiş gibi hatırlayıp anlatması mümkündür.”


Bu uzun açıklamalardan sonra Allah’ın izniyle diyebiliriz ki, Ashab-ı Rakim”, geçmişte yaşamış insanların kaybolmamış ve kaybolmayacak bellek hücrelerini [yazıtları] taşıyan kimselerdir.  Ashab-ı Kehf  de, sessiz bir ortamda, laboratuarda, stüdyoda, hipnoz yöntemiyle bu insanların taşıdıkları başkasına ait hücreleri deşifre eden, kaybolmadığını, kaybolmayacağını, Rabbimizin her bir şeyi yok olmadan durdurduğunu  bilimsel olarak ispat edecek yiğitlerdir.



Şimdi de bu veriler doğrultusunda pasajın diğer paragraflarını tahlil edebiliriz:

10 ve 12. ayetler, Kehf ve Rakim Ashapları hakkındaki anlatımının özeti mahiyetindedir. Ahab-ı Kehf, araştırma yapmak için çalışma mekânlarına yönelirler ve burada çalışmalarını sürdürürler. Bunlar inançlı kimselerdir. Hedeflerine ulaşabilmek için Allah’a yalvarmaktadırlar. Allah bunlara Ashab-ı Rakim’i gönderir. Bunlar, 11. ayetteki “Bunun üzerine Biz, onların kulakları üzerine o büyük mağarada nice yıllar vurduk” ifadesinden anlaşıldığına göre, sessiz, yalıtımlı bir ortamda çalışmalarını yıllarca sürdürürler. Sonra da muvaffak olurlar. Ashab-ı Rakim’in hangi dönemden bellek hücreleri taşıdıklarını öğrenirler. Nihayet bu olay 21. ayette ifade edildiği gibi yeniden dirilmenin büyük kanıtlarından biri olur.*





*İşte Kuran, Kehf Suresi





Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim