• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

23Necm Suresi 6-10, 14-16, 11-13, 17-18 Bozuntu





Mushafta Bozuntu Yapılan Ayetler


Necm Suresi 6-10, 14-16, 11-13, 17-18



Hatalı Çeviri:

23 Necm 6. Üstün akıl sahibi (melek). Doğruldu;
7. Kendisi yüksek ufukta iken.
8. Sonra yaklaştı, (yere doğru) sarktı.
9. (Muhammed ile arasındaki mesafe) İki yay uzunluğu kadar, yahut daha az kaldı.
10. Kuluna,  vahyettiğini vahyetti.
11. Gönül gördüğünde yanılmadı (yalan söylemedi, gerçeği gördü).
12. Onun gördüğünden kuşku mu duyuyorsunuz?
13. Andolsun, onu bir inişinde daha görmüştü;
14. Sidretü'l-Münteha(uzak ağaç)ın yanında,
15. Ki onun yanında oturulacak bahçe vardır.
16. Sidre'yi kaplayan kaplıyordu.
17. (Muhammed'in) Göz(ü) şaşmadı ve azmadı.
18. Andolsun, Rabbinin büyük ayetlerinden bazılarını gördü.






Doğru Çeviri:
23 Necm 6-10, 14-16, 11-13, 17-18.
6,7.Ve müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan, en yüksek ufkun sahibidir. 8,9.Sonra da O; müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan nitel olarak yaklaştı ve hemen art arda kova sarktı/ ÖBEK ÖBEK ÂYETLER İNDİ. Birinde iki yay uzunluğu kadar, diğerinde de daha nitel olarak yakın olmuştu. 10.Hemen O; müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan, en yüksek ufkun sahibi olan, kuluna, 14.son kiraz ağacının yanında 15.–ki yanında oturmaya değer konaklama yeri vardır– vahyettiğini vahyetti. 16.O zaman kiraz ağacını kaplayan kaplıyordu. 11.Kulun gönlü, gördüğünü yalanlamadı. 12.Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz?/Onun gördüğü şey hakkında o'nunla mücâdele mi ediyorsunuz?
13.Andolsun onu, başka bir inişte daha gördü. 17.Göz şaşmadı ve azmadı. 18.Andolsun, Rabbinin alâmetlerinin/göstergelerinin en büyüğünü gördü.



Kur’ân'da müteşabih âyetlerin varlığını bildiren Âl-i Imran suresinin 7. ve Zümer suresinin 23. âyetleri göz ardı edilip müteşabih âyetlerdeki her ifade, mecaz ve kinaye anlamlar dikkate alınmadan, zahirî, lâfzî ve hakikat anlamlarıyla dikkate alınırsa, bu, Kur’ân'ın ruhuna aykırı bir davranış olur. Meselâ Allah'ın gelmesi, inmesi, yaklaşması, Arş üzerine istiva etmesi, gökte olması, eli olması, yüksek-açık ufuk sahibi olması, Âdem ve İblis ile bire bir diyalog kurması, görmesi, işitmesi müteşabih ifadeler olup bunlar ehil kişilerce tevil edilirler.

7-10. âyetlerde Allah'ın Muhammed'e ilk kez nasıl vahyettiği [Alak suresinin inişi] tasvir edilerek heyecanlı bir sahne sergilenmiştir. Müteşabih âyetleri ve mecazları anlamayan zihniyet, bu âyetlerdeki müteşabih ifadeleri çarpıtarak fiillerin öznelerini Cebrail olarak yorumlamıştır. Bu zihniyet sahiplerine göre, peygamberimiz orada Cebrail ile karşılaşmış, Cebrail, gökten helikopter inişi ile inmiş, birbirlerine yaklaşmışlar, peygamberimiz Cebrail'e [hâşâ] kul olmuş, Cebrail de ona vahyedeceğini vahyetmiştir.

Müteşabih ifadelerin anlaşılmasını ehline bırakmak daha doğru bir davranıştır. Zaman içinde mutlaka her ilimde uzman olanlar çıkar ve bu donanımlı uzmanlar o âyetleri gereği gibi tevil ederler. Biz bu pasajdaki bazı kelimeler ile ilgili az da olsa açıklama yapılmasını uygun buluyoruz.

- 6. âyetteki “ذو مرّة zû mirra [üstün akıl sahibi]” ifadesi de Allah'ın Rabb ve Mukaddir [her şeyin en inceden inceye hesabını yapan] olduğunu beyan eder. Bu sözcük başka hiç bir âyette yer almaz.
- Yine 6. âyetteki “ استوى istiva eden” ifadesi ile kastedilen de Allah'tır. Çünkü “İstiva” Allah'ın sıfatlarındandır, meleğin veya kulların sıfatı değildir. “İstiva” mecazen “egemenlik kurdu, kontrolü altına aldı” demektir. Müteşabih olan bu kavram âyette mecaz olarak kullanılmıştır. “İstiva” sözcüğü, aşağıdaki âyetlerden başka, Yunus suresinin 3., Ra'd suresinin 2., Furkan suresinin 59. ve Secde suresinin de 4. âyetinde bu şekilde geçmektedir.

5.Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], en büyük taht üzerine egemenlik kurmuştur. (Ta Ha/ 5)

54Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı evrede oluşturan, sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, gündüzü, durmadan kovalayan gece ile bürüyen ve güneş, ay ve yıldızları emrine boyun eğmiş olarak yaratan Allah'tır. İyi biliniz ki oluşturma ve sistemler kurup yürütme sadece O'na özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah, ne cömerttir! (A'râf/ 54)

29.O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için oluşturandır. Sonra da O, semaya egemenlik kurdu; onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi en iyi bilendir. (Bakara/ 29)

Görüldüğü gibi, âyetlerdeki “ استوى istiva” sözcüğü, müteşâbih bir anlatımla Allah'ın gücünü ve kuvvetini ifade etmektedir. “İstiva etti” ifadesinden başka, “Gökte olan”, “Tahtta oturan”, gibi ifadeler mecazi anlamlı olup Kur’ân'da Allah'ın gücünü ve kuvvetini anlatmak için kullanılmıştır. Bu müteşabih ifadelerin çoğu o günkü Araplar arasında dolanımda olan ifade kalıplarıdır. Bu nedenle Yüce Allah da kendi muradını Arapların o günkü konuşma ve anlamalarına uygun olan bu deyim ve kalıplarla ifade etmiştir.

الْاُفُقِ
7. âyette geçen “افقUfuk” sözcüğü, “yeryüzünün etrafından ve felekin çevresinde açıkta olan, görülebilen yerler; görüş alanı” demektir. Çoğulu “âfâk” gelir. Sözcüğün ismi fail kalıbı “ آفقâfik”, “cömertlikte, bilgide, güzel konuşmada ve tüm iyi şeylerde ve tüm erdemlerde zirveye ulaşmış kişi” demektir. (Tac, Lisan)

TDK ise ufku şöyle özetler: “Çevren, göz erimi. “ufkunu genişletmek görüş alanını genişletmek, daha geniş, daha fazla bilgi ve görüş edinmek.”
Türkçemizde de “ufku dar”, ufku geniş” deyimleri vardır. Ve bu deyim kişilerde kullanıldığında “derin bilgi, ileri görüş sahibi kişi” demektir.


الْاَعْلٰىۜ
“ افقUfuk” sözcüğü, “ الأعلىA’la” sıfatıyla geldiğinden “en yüce ufuk” anlamındadır. Dünyadaki ufuklar bu nitelikte değildir. Cümle içinde de “ O, en yüce ufka sahiptir” denilmiştir. Bu, sözcüğün “ آفقâfik” kalıbının anlamı olup cümlenin anlamı “O, cömertlikte, bilgide, güzel konuşmada ve tüm iyi şeylerde ve tüm erdemlerde en zirveye ulaşmış Zat’tır” demek olur. Bu nitelikler de sadece Allah’a ait olan niteliklerdir. Burada da Tekvir/23’ye olduğu gibi Mecaz-i Mürsel olarak bir mahalden (yerden) bahsedilmeyip halden (nitelikten bahsedilmektedir.) Aksi halde Allah’a mekan isnadı yapılmış olur.


دَنَا
8. âyette yer alan “ دناDenâ” sözcüğü, tüm lügatlerde “ قربgarube (yakın oldu)” anlamındadır. Tabii ki bu yakınlık, nitel yakınlık olup nicel değildir. Bunu şu âyetlerde de görebiliriz: Bakara/ 186, 52, Tevbe/ 99, A’raf / 56, Hud/ 61, Sebe/ 56, Kehf/ 24, 81, Kâf/ 16, Vâkıa/ 85.

ALLAH'IN YAKINLIĞI: Kur’ân'ın buraya kadarki bölümünde, kendisini tanıttığı ifadelerden öğrendiğimize göre Allah'ın zatının kullarına mesafe itibariyle yakınlığı söz konusu değildir. Âyette geçen Allah'ın yakınlığı, mecâzî bir ifadedir. Bu ifade ile kasdedilen mana, “insan üzerinde kudret yürütüp bir etki meydana getirme, ona değer, makam verme, onu bilgilendirme, onu koruma, ona huzur, güven ve güvence vermesidir. Ki bu da Duha ve İnşirah surelerinde ayrıntılı olarak açıklanmıştır.

تَدَلّٰىۙ
Yine 8. âyette yer alan “ تدلّىtedellâ” fiili, “Delv” kökünden gelmedir. “ دلوDelv”, “kovanın sarkması” demektir. Sözcüğün “ تدلىtedellâ” kalıbı (aslı “ تدلوtedelleve’dir) “ تقعلtefeu’ul” babıdan olup, “sürekli olarak kova sarktı” anlamı kazanmıştır. Sözcüğün إفعالİf’âl babından fiili Yusuf suresi 19. Âyette “ فادلى دلوهfe EDLÂ DELVEHÜ (o da, kovasını sarkıttı)” şeklinde yer alır.
Sürekli kova sarkması, aynı Kadir suresindeki “ تنزلtenezzelü (sürekli, arka arkaya iner)” ifadesiyle eş anlamdadır. Ve sürekli kovanın inişi, vahyin necm necm; parti parti, grup grup inişinden kinayedir. Yani, “Elçiye kova kova; kovalar dolusu âyetler indirdi durdu/vahyetti” anlamındadır.

Bu durumda sözcüğe “sarktı” anlamı vermek ve fiilin öznesini Allah yapmak Kur’an’a ve tevhid inancına uygun değildir.
Meselenin iyi kavranabilmesi için vahiy ile ilgili kısa bir açıklama yapmakta yarar vardır:


Vahiy
Sözlük anlamı olarak “ وحى vahy” sözcüğünün “vaz'ı [ilk konuş, türetiliş]” anlamı “gizlice bilgilendirmek” demektir.[1] Zamanla bu anlam çerçevesine uygun olarak “Gizli konuşma, işaret etme, emretme, ilham etme, ima etme, fısıldama, mektup yazma, elçi gönderme” anlamlarında da kullanılır olmuştur.

Vahyin terim anlamı ise “Yüce Allah'ın vasıtasız olarak veya değişik vasıtalarla emirlerini, hükümlerini gizlice ve süratlice peygamberlerine bildirmesi” demektir. Vahiy sözcüğü “القاء ilka” sözcüğü ile anlamdaş olarak kullanılır. (Bakara 37, Neml 6 ve Mümin 15'e bakılabilir.)

“Vahiy” kelimesinin Kur’ân'da sözcük anlamıyla kullanıldığı âyetler “Allah ile ilgili olan” ve “Allah ile ilgili olmayan” olmak üzere iki grupta toplanabilir.

1- Allah ile ilgili olarak kullanıldığı âyetlerde “vahy” sözcüğü, öz anlamı ekseninde şu anlamları ifade etmiştir:
a- “Emir ve bir iş yaptırma”; Fusılet 12, Zilzal 4 – 5, Nahl 68, Enfal 12. 
b- “İma etme, ilham”; Maide 111. 
c- “İlham ve rüya”; Kasas 7. 

2 - Allah ile ilgili olmadan kullanıldığı âyetlerde de “vahy” sözcüğü yine öz anlamı ekseninde şu anlamları ifade eder:
a- “İma etmek, işaret etmek”; Meryem 11. 
b- “Fısıldama, gizli konuşma”; En'âm 112. 
c- “Teşvik etme, telkin etme, söyleme”; En'âm 121. 

“Vahy” sözcüğü terim anlamıyla Kur’ân'da 68 yerde geçmekte olup bu âyetlerin hepsinde de sadece Allah'a özgülenmiştir. Bunun anlamı, terim anlamındaki vahyin sadece Allah'ın işi olduğu; bir meleğin,peygamberin ve ne de herhangi bir insanın bu anlamda vahyetmesinin mümkün olmadığıdır.

Sonuç olarak 10. âyette geçen “vahiy” sözcüğü de terim anlamında kullanıldığına göre, burada kuluna vahyeden Allah'tır, Cebrail'in vahyi getirmesi söz konusu olamaz.


9. Âyette geçen “yay boyu”, o zamanlarda kullanılan ve o günkü insanların bildiği bir uzunluk ölçüsüdür. O dönemlerde “metre” gibi kabul görmüş uluslararası ölçüler henüz icat edilmediği için yöresel ölçüler kullanılmaktaydı. “Yay boyu” da, o zamanlarda kullanılan rumh [mızrak], sevt [deynek], arşın, kulaç, boy, isbi' [parmak], hatve [adım], şibr [karış], zira’ [kol], ok atımı gibi bir ölçü birimiydi. Bu ölçü anlayışı o günkü Batı ülkelerinde de geçerliydi. Mesela insan ayağının uzunluğunu temel alan “feet”, insan elinin başparmağının tırnak dibindeki genişliğini temel alan “inch” gibi ölçüler Batı’nın o eski dönemlerdeki ölçü birimleriydi. Dolayısıyla Yüce Allah mesajında muhatap aldığı toplumun anlayabileceği bir ölçü kullanmıştır.
Bu ölçü miktarı yardım- destek için kişilerin birbirine yaklaşacakları en uç noktanın Arap örfündeki bir deyimidir. Türkçedeki sırt sırta verme, yedikleri ayrı gitmeme, koltuk çıkma deyimleri gibi.

Âyetteki “birinde iki yay uzunluğu kadar, diğerinde de daha yakın olmuştu” ifadesindeki “ أوْev (ya da)” edatı, olayı çeşitlendirmektedir; onüçüncü âyette “Andolsun onu, başka bir inişte daha gördü” buyrulmaktadır. Bu demektir ki ilk vahyde olay iki kerre yaşanmış, birinde iki yay boyu, diğerinde daha da fazla yaklaşılmıştır. Bunun örneklerini Bakara/74, 135, Yunus/24 ve Saffat/147’de de görebiliriz.

Allah'ın peygamberimize nasıl vahyettiğinin anlatıldığı sahneye geri dönecek olursak, bu kompozisyonun çizildiği 7-10. âyetlerle beraber Tekvir suresinin 19-25. âyetlerindeki açıklamaları da hatırlamak ve yapılacak değerlendirmelerde gerek Musa (as)’ya ve gerekse Muhammed (as)’e gelen ilk vahiyleri anlatan âyetlerdeki “ağaç” ögesini dikkate almak gerektiğini düşünüyoruz.

 
15-21.Kur’ân'ı dinlememek için saklananların, kaçanların durumunu, gerçeği örtbas etmenin-cehaletin gidişini, aydınlığın- reşitliğin gelişini kanıt gösteririm ki kuşkusuz bu, güçlü, Arş'in/ en büyük tahtın sahibi'nin yanında çok değer verilen, itaat edilen, güvenilen değerli bir elçi sözüdür. 22. Arkadaşınız, gizli güçlerce desteklenen/ deli bir kişi değildir. 23.Andolsun o, gördüklerini kendisi apaçık ufukta iken; gönlü yalanlamadan, gözü şaşmadan ve azmadan gördü. 24.O kimsenin görmediği, duymadığı, sezmediği, kendisine verilen vahiyler hakkında cimri de değildir. 25.Bu, kendi düşünce yetisinin ürünü olan söz de değildir. (Tekvir/ 15-25)


7-10. ayetlerde, vahiy anında neler olduğu hakkında bize açık bir bilgi verilmemiştir.

Bu ayetler, ilk vahiy anında olanların bir zann [sanı], bir rüya, bir hayal, bir halüsinasyon olmadığını, sağduyunun kesinlikle yanılmadığını vurgulamakta ve bu sahnenin iki kere yaşandığını açıklamaktadır. İlk vahiy olan Alak suresinin akışından anladığımıza göre bu inişlerin birincisi “ اقرأ ikra” ile başlayan 1. ve 2.  ayetlerin gelişinde, ikincisi de yine “ikra” ile başlayan 3. ve 5. ayetlerin gelişinde olmuştur.


Bu ayetlerde vahiy mahalli açıklanarak âdeta adres belirtilmektedir. Bu ayetlere göre, 7-10. ayetlerde anlatılan kompozisyon [Allah'ın sarkması, yaklaşması ve kuluna vahyetmesi], yanında oturmaya değer bir bahçe olan son sidre ağacının yanında vuku bulmuştur.


Eski tefsirciler Kur’an’a kendi anlayışlarına göre noktalama işaretleri [keyfiyyeti secavent] koyarak pasajın anlamını bozmuşlardır. Bilindiği gibi, Kur'an'daki duraklara konulmuş olan “ ج cim,  م mim, ط tı ve lâmelif” gibi işaretler Kur'an'dan değildir. Bu gibi işaretleri sonradan Kur'an'a koyan kurralar [uzman okuyucular] ve tefsirciler, 13. ayetin sonuna “lâmelif” koymak suretiyle ayetin anlamının burada bitmediğini, ayetin 14. ayette tamamlandığını kabul etmişler ve 14. ayetin başındaki “ عند ınde” mekân zarfını da 13. ayetteki “başka bir inişte daha gördü” ifadesine bağlamışlardır. Hâlbuki “ عند ınde” mekân zarfının pasajdaki tüm olaylara bağlanması, en doğru olanıdır. Buna gramer açısından hiçbir sakınca yoktur.


Sidretü’l-münteha, cennetü’l-me'va [Vadide bir mesire]: Ayette bahsedilen sidre ağacı o vadide yetişen bir ağaç türü olup “sedr ağacı” veya “Arabistan kirazı” olarak da bilinir. Genellikle sınır aralarında sınırları belirlemek için büyütülen bu ağaç, kırsalda yaşayan çobanlar, çiftçiler, dağcılar için taş, kaya, ağaç, pınar gibi bir nirengi noktası olarak kabul edilirdi.

Ayette geçen “cennet”in nerede olduğuna gelince; bununla ilgili olarak da birçok rivayet ileri sürülmüştür. Öyle ki, bu rivayetleri esas alan tefsirciler, sözü edilen “me’va cenneti”nin yedi kat gökten birinde olduğuna kail olmuşlar, duruma göre onu farklı farklı katlara yerleştirmişlerdir. Bu olay nedeniyle peygamberimizin Allah'ın katına çıktığını ileri süren bazıları ise Kur'an'ın bütününü dikkate almadan onun ahiretteki cennet olduğunu söylemişlerdir.

“Cennet” sözcüğü, “cinn” sözcüğü gibi “cenn” kökünden türemiş bir isim olup esas anlamı “gizlenmek, karanlıkta kaybolmak” demektir. Bitkilerin dal ve yapraklarıyla örttükleri toprak parçalarına cennet/bostan denir ve çoğul hâli olan “cennât” ve “cinân” şekilleriyle kullanılır.

Dinî terim olarak cennet ise peygamberlerin davetine uyarak Allah'tan gelen Hakk Din'e inanan, salih ameller işleyen, Allah'tan sakınan kullar için ahirette hazırlanmış olan mutluluk ve mükâfat yurdunu ifade eder. Bu anlamdaki cennet, içinden nehirlerin aktığı, bal ve sütten ırmakların bulunduğu, içinde gönlün hoşlandığı hoş kokulu pek çok yiyeceğin olduğu, kişiye özel hizmetçilerin emre amade beklediği, atlas ipekten giysilerin giyileceği, altın ve gümüşten kapların kullanılacağı, tam bir huzur ve mutluluk ortamı olarak Kur’an’da uzun uzadıya tasvir edilir. Bu nitelikleriyle böyle muhteşem bir mükâfatı kimlerin hak ettiği Kur'an'ın en çok üzerinde durduğu temalardan biridir. Ancak yukarıda sayılan niteliklerin birer sembol, örnek olduğu vurgulanır ve asıllarının daha muhteşem olduğu ima edilir [Ra'd/ 35, Muhammed/ 15, İnsan/ 12-22]. Ahiretteki mutluluk yurduna “cennet” adı verilmesi, ağaçlarının ve gölgelerinin çokluğundan ötürü olsa gerektir.

“Cennet” kavramı Arapçanın dışındaki dillerde de mevcut olduğu gibi, “Cennet inancı” da İslâm’ın dışındaki diğer dinlerde de yeri olan bir inançtır. Ne var ki, biz konuyu Kur'an'dan öğrenerek açıklığa kavuşturmak durumundayız.

“Cennet” sözcüğü Kur'an'da sadece dinî terim olarak değil, sözcük anlamıyla da kullanılmıştır. Meselâ Âdem peygamberin kıssasındaki cennet, sözcük anlamındaki cennettir. Yani Âdem peygamber bu dünyadaki yeşili, bitkisi, ağacı bol bir yerde yaratılmış, orada iken Allah'ın emrine aykırı davranmış ve oradan çıkartılarak çöle indirilmiştir.

Çünkü Kur'an'dan öğrendiğimize göre ahiretteki cennet bir ikram ve lütuf yurdudur, orada yasak olan ve günaha sokacak bir şey yoktur, o cennet süreklidir, ebedîdir:
25.Orada boş söz, saçmalama ve günaha sokan şeyleri işitmezler.(Vakıa/ 25)

27-34.Ve sağın yaranı, nedir o sağın yaranı! Onlar, dikensiz kirazlar, meyve dizili muzlar/akasyalar, uzamış gölgeler, fışkıran su, kesilmeyen; tükenmeyen ve yasaklanmayan birçok meyveler ve yükseltilmiş döşekler içindedirler.
35.Şüphesiz Biz, kirazı, muzu, gölgeleri, fışkıran suyu öyle bir yaratışla yarattık. 36-38.Ki onları, sağın ashâbı için albenili ve hepsi bir ayarda hiç dokunulmamışlar yaptık.(Vakıa/ 27, 38)

71-73. -Allah'ın koruması altına girmiş kişilerin çevrelerinde altın tepsiler, kadehler dolaştırılır. Orada nefislerin arzu duyacağı, gözlerin zevkleneceği her şey vardır.– Ve siz, orada sürekli kalacaksınız. Ve işte bu, yapagelmiş olduğunuz şeyler sebebiyle, kendisine son sahip edildiğiniz cennettir. Orada sizin için birçok meyveler vardır. Onlardan yiyeceksiniz.”(Zühruf/ 71- 73)

51-57.Şüphesiz ki Allah'ın koruması altına girmiş kişiler, Rabbinden bir armağan olarak güvenli bir makamdadırlar; bahçelerde ve pınarlardadırlar. Onlar, karşılıklı oturarak ince ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyerler. İşte böyle! Biz, onları iri siyah gözlülerle/ en ideal tiplerle eşleştirdik. Onlar, orada güven içinde her çeşit meyveyi isteyebilirler. Onlar orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Ve Allah onları cehennem azabından korumuştur. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.(Duhan/ 51- 57)

Hâlbuki Âdem peygamber ve eşinin yaşadığı cennette hem yasak ağaç, hem de kötülük eden ve vesvese veren şeytan [İblis] vardır. Üstelik bu cennet ebedî de değildir. Nitekim İblis, yasak ağaca yaklaşma konusundaki vesveseyi ölümsüzlük vaadiyle vermiştir.

Kur'an'da cennet sözcük anlamıyla sadece Âdem peygamber ile ilgili ayetlerde değil, başka ayetlerde de kullanılmıştır.
265.Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için harcamada bulunanların durumu da kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti… Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir.(Bakara/ 265)

17-24.Şüphesiz Biz, o çiftlik sahiplerine belâ verdiğimiz gibi onlara belâ vereceğiz: Hani onlar, sabah olunca kesinlikle çiftliğin ürünlerini devşireceklerine yemin etmişlerdi. Bir istisna da yapmıyorlardı. Ama onlar uyurken Rabbin tarafından bir tayfun çiftliğin üzerinden dolaşıverdi. Sabaha, çiftlik, biçilmiş/devşirilmiş gibi oluverdi. Sabahladıkları vakit birbirlerine seslendiler: “Haydi, devşirecekseniz sabahleyin erkence gidin!” dediler. Hemen yola koyuldular, aralarında fısıldaşıyorlardı: Sakın bugün aranıza bir yoksul sokulmasın!(Kalem/ 17)

Konumuz olan “Me’vâ Cenneti”ne dönecek olursak: Ayetin siyak ve sibakından “bahçe konak” anlamındaki “ جنّة المأوى cennetü’l-me'vâ”nın ahirette vaat edilen cennet olmadığı, yeryüzündeki belli bir coğrafî nokta olduğu anlaşılmaktadır. Cennet sözcüğü burada dinî terim anlamıyla değil, sözcük anlamıyla kullanılmıştır. Rivayetçilerin etkisinde kalmış olan eski bilginler cesaret gösterip de işin gerçeğini haykıramamışlar, bu ayetteki cenneti ahirete, göğün katlarına, hatta Allah'ın yanına yerleştiren bu rivayetlerin karanlık gölgesinde kalmışlardır. Meselenin şöyle özetlenmesi mümkündür: Necm 7 ila 10. ayetlerde anlatılan olaylar [Allah'ın yeryüzüne inmesi, yaklaşması ve kuluna vahyetmesi], yanında bahçe konağın [cennetü’l-me'vanın] bulunduğu son sidre ağacının yanında gerçekleşmiştir. 14 ve 15. ayetlerde bu ilk vahyin vuku bulduğu mahallin adresi verilmektedir.

O günün Mekkelileri gerek oradaki sidre ağaçlarını, gerekse en sondaki sidre ağacını ve onun yanındaki bahçe konağı biliyor olmalılar ki, içlerinden hiçbiri bu yerin neresi olduğuna dair herhangi bir soru sormamış ve bu olayın peygamberimizin göğe çıkıp Allah veya Cebrail ile sohbet ettiğini anlatan bir olay olduğuna dair hiçbir iddia ileri sürmemişlerdir. Peygamberimizin göğe çıktığı yolundaki çarpık anlayış, peygamberimizden 90-100 yıl sonra yaşayan rivayetçilerin o günkü iktidara yaranmak için gösterdikleri art niyetli yaklaşımlardan kaynaklanmıştır.




O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu.
Mevcut meal ve tefsirlerin büyük çoğunluğunda, ayetin başındaki “iz” zaman edatı ihmal edilmiş, ekleme ve parantezlerle yazarların kendi inanç ve kabulleri doğrultusunda çeviriler yapılmıştır. Oysa bu edat, ayette çok önemli bir işlev görerek vahiy anını belirtmektedir: “O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu.” Yani, 14 ve 15. ayetlerde ilk vahyin indiği yeri belirten Yüce Allah, 16. ayette de, vahyin “sidreyi kaplayanın kapladığı zaman” indirildiğini bildirmektedir.


Sidre ağacında nelerin olduğu bize ayrıntılı olarak aktarılmamıştır. Belki de havsalamızın almayacağı, dilimizle ifade edemeyeceğimiz tecelliler gerçekleşmiştir. Bu gibi durumlarda bizlere düşen, hakkında bilgi verilmeyen şeylerin arkasına düşmemek ve “Allah'ım, senin verdiğin bilginin dışında bir bilgimiz yoktur” demektir. Rivayet kitaplarında yer alan ve sidreyi [kiraz ağacını] ateş, nur, altın-gümüş-mücevher, kelebek, arı, melek gibi şeylerin kapladığı ve ağacın yapraklarının fil kulağı, meyvelerinin küp gibi olduğu, ağacın da Arş-ı A'lâ'da, cennette bulunduğu yolundaki iddialar, Kur'an dışı, hayalî, ciddiyetten uzak ve art niyetli söylentilerdir.


Bu konuda bizim göz önünde bulunduracağımız tek husus, Allah'ın kulları ile nasıl konuşacağını bildiren Kur'an ayetidir:
51.Ve bir beşer için, bir vahiy ile veya perde arkasından yahut bir elçi gönderip de izniyle/ bilgisiyle dilediğini vahyetmesi dışında Allah'ın kendisine söz söylemesi olmaz. Şüphesiz O, çok yüce ve yücelticidir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/ sağlam yapandır. (Şûra/ 51)

Bu ayetin ışığında, “sidre ağacını kaplayan kaplıyordu” ifadesinden, bir perde oluştuğunu ve Allah'ın o perdenin arkasından konuştuğunu/vahyettiğini anlamak mümkündür. Ancak Musa peygamberin ilk vahyinde “ağaç” ve “ateş” olarak belirtilen bu perdenin mahiyeti Muhammed peygamberin vahyinde açıkça belirtilmemiş, “şey” anlamını veren ism-i mevsul “ma”sı ile yetinilmiştir.


Peygamberimize ilk vahyin gelişini anlatan Necm suresindeki ayetler ile Musa peygambere ilk vahyin nasıl geldiğini anlatan ayetler birlikte incelendiğinde, iki peygambere gelen ilk vahiylerin geliş şekillerinin de birbirine benzediği görülür:
30-32.Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vâdinin sağ tarafından, bir ağaçtan seslenildi: “Ey Mûsâ! Hiç şüphesiz ki Ben, âlemlerin Rabbi Allah'ın ta kendisiyim! Ve birikimini ortaya at! –Birikimini sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görünce de dönüp arkasına bakmadan kaçtı.– Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Koynundaki gücünü devreye sok, kusursuz, mükemmelce çıkacaksın.  Korkudan kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir toplum olmuşlardır.”(Kasas/ 30 -32)

9.Mûsâ ile ilgili bilgiler kesinlikle sana ulaştı.
10.Hani o bir ateş görmüştü de ehline [ailesine, yakınlarına]: “Kesinlikle ben bir ateş gördüm. Ondan size bir kor parçası getirmem yahut ateş üzerinde bir kılavuz bulmam için siz bekleyin!” demişti.
11.Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi: “Mûsâ! 12.Ben, senin Rabbin olan Benim. Hemen yakınlarını ve mallarını burada bırak, şüphesiz sen temizlenmiş vadide, Tuva'dasın/iki kere temizlenmiş bir vadidesin. 13.Ve Ben seni seçtim; O hâlde vahyedilecek olan şeye; “14.Hiç şüphesiz ki Ben, Allah'ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikame et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluştur-ayakta tut]. 15.Şüphesiz ki o saat/kıyâmet gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim. 16.O nedenle kıyâmete inanmayan ve kendi boş iğreti arzusuna uyan kimse seni, kıyâmete iman etmekten alıkoymasın; sonra değişime/yıkıma uğrarsın” 14uyarısına kulak ver.(Ta Ha/ 9-15)

Bu sahneler Kitab-ı Mukaddes'te şöyle yer alır:
“Ve Musa, kaynatası Midyan kâhini Yetro'nun sürüsünü güdüyordu ve Allah'ın dağına, Horeb’e geldi. Ve Rabbin meleği bir çalı ortasında ateş alevinde ona göründü ve gördü ve işte çalı ateşle yanıyor ve çalı tükenmiyordu. Ve Musa dedi: Şimdi döneyim, ve bu büyük manzarayı göreyim, çalı niçin yanıp tükenmiyor. Ve görmek için döndüğünü Rab görünce, Allah ona çalının ortasından çağırıp dedi: Musa, Musa! Ve O: İşte ben, dedi. Ve dedi: Buraya yaklaşma; çarıklarını ayaklarından çıkar, çünkü üzerinde durduğun yer mukaddes topraktır. Ve dedi: Ben babanın Allah'ı, İbrahim'in Allah'ı, İshak'ın Allah'ı ve Yakup'un Allah'ıyım. Ve Musa yüzünü örttü; çünkü Allah'a bakmaya  korkuyordu.”[3]


Göz şaşmadı ve azmadı.
“Göz şaşmadı ve azmadı” ifadesiyle, fiziksel ve psikolojik olarak bir yanılgı olmadığı, peygamberimizin her şeyi sağlıklı bir biçimde algıladığı anlatılmaktadır.


ayetlerinin en büyüğü
Ayetin ifadesine göre, İsra suresinin 1. ayetinde “gece yürüyüşü” olarak adlandırılan yolculuk, peygamberimize ayet gösterilmek için yaptırılmış ve amaçlanan gerçekleştirilmiştir.

Bu ayet, pek çok meal ve tefsirde, “ الكبرى el-Kübrâ” ismi tafdilinin anlamını doğru bir şekilde vermeyen bir çeviri ile “Ant olsun Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü” veya “Ant olsun Rabbinin en büyük ayetlerinden gördü” şeklinde yer almaktadır. Oysa bizim yaptığımız çeviri, Allah'ın izniyle ayetin cümle yapısını tamı tamına ifade etmektedir. Ancak ayetlerin en büyüğünün ne olduğu hakkında bize bilgi verilmemiştir Biz bunu peygamberimizin şahsına münhasır [kişiliğine özel] bir gösteri olduğunu düşünüyoruz ve ne olduğu ile ilgilenmiyoruz. Ama rivayet kitapları, ne yazık ki bu konuda da itibar edilmemesi gereken ve tamamen uydurulmuş hikâyelerle doldurulmuştur.*




*İşte Kuran, Necm Suresi

Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim