• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

45Ta Ha Suresi 9-14-16, 14, 17-20, 25-34, 25-29, 30, 29, 31-32, 35-20, 36, 21, 23,21-22, 37-45, 46-47-48-46, 49-52-53-52, 54-73, 77-79, 83-104







Mealde Bozuntu Yapılan Ayetler


Ta Ha Suresi 9-14-16, 14, 17-20, 25-34, 25-29, 30, 29, 31-32, 35-20, 36, 21, 23,21-22, 37-45, 46-47-48-46, 49-52-53-52, 54-73, 77-79, 83-104



Doğru Çeviri:
9.Mûsâ ile ilgili bilgiler kesinlikle sana ulaştı.

10.Hani o bir ateş görmüştü de ehline [ailesine, yakınlarına]: “Kesinlikle ben bir ateş gördüm. Ondan size bir kor parçası getirmem yahut ateş üzerinde bir kılavuz bulmam için siz bekleyin!” demişti.

11.Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi: “Mûsâ! 12.Ben, senin Rabbin olan Benim. Hemen yakınlarını ve mallarını burada bırak, şüphesiz sen temizlenmiş vadide, Tuva’dasın/iki kere temizlenmiş bir vadidesin. 13.Ve Ben seni seçtim; O hâlde vahyedilecek olan şeye; “14.Hiç şüphesiz ki Ben, Allah’ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikame et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluştur-ayakta tut]. 15.Şüphesiz ki o saat/kıyâmet gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim. 16.O nedenle kıyâmete inanmayan ve kendi boş iğreti arzusuna uyan kimse seni, kıyâmete iman etmekten alıkoymasın; sonra değişime/yıkıma uğrarsın” uyarısına kulak ver.

17.Ve sağ elindeki nedir ey Mûsâ?

18.Mûsâ: “O, benim asamdır, ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim ve onda benim için başka yararlar da var” dedi.
19.Allah: “Ey Mûsâ! Onu bırak/çobanlığı bırakıp yerleşik hayata geç! 24Firavun’a git, şüphesiz o azdı” dedi.

***

20.O da onu hemen bıraktı/ yerleşik hayata geçti, bir de ne görürsün! Artık sağ elindeki; kendisine vahyedilen Kitap, koşan bir candır; sosyal hayatın kaynağıdır.

25.Mûsâ: “Rabbim! 33.Seni tüm noksanlıklardan çok arındırmamız 34.ve Seni çok çok anmamız için 25.göğsümü aç, 26.işimi bana kolaylaştır. 27.Dilimden de düğümü çöz 28.ki sözümü iyi anlasınlar. 29.Ve ehlimden; 30.kardeşim Hârûn’u 29.benim için bir vezir kıl, 31.o’nunla arkamı kuvvetlendir. 32.İşimde o’nu bana ortak et. 35.Şüphe yok ki Sen bizi görüp duruyorsun” 20.dedi.

36.Allah: “Ey Mûsâ! İstediğin sana verildi.” dedi.

21.Allah: “23.Sana en büyük alâmetlerimizden / göstergelerimizden göstermemiz için 21.tutun ona, korkma! Biz onu ilk yürüyüş yoluna geri çevireceğiz; o işleri yoluna koyacağız, sana sıkıntı verdirmeyeceğiz.

22.Diğer bir alâmet; gösterge olmak üzere de gücünü/kanadına ekle, çirkinlik olmadan hiç kusursuz, mükemmelce çıkacaksın” dedi.

***

37.Ve andolsun Biz, sana diğer bir defa daha iyilik yapmıştık: “38.Hani bir vakit vahyolunan şeyleri annene vahyetmiştik, 39.Mûsâ’yı sandık içine koy da bol suya/nehre bırak, sonra da bol su/nehir o’nu sahile atsın. Onu Bana düşman olan ve o’na düşman olan birisi alsın.’ Ve Ben tarafımdan senin üzerine bir muhabbet bıraktım ve Benim gözetimim altında yetiştirilmen için, 40.hani kız kardeşin yürüyordu da ‘Sizi o’nun bakımını üstlenecek birine götüreyim mi?’ diyordu. Böylece gözü aydın olsun ve kederlenmesin diye seni annene geri döndürdük. Ve sen, bir can öldürmüştün de seni gamdan kurtarmıştık. Ve Biz seni potada eritip saflaştırdıkça saflaştırdık/seni olgunlaştırdık. Bir de yıllarca Medyen halkı içinde kaldın. Sonra bir ölçü; plan üzerine geldin, ey Mûsâ!

41.Ve Ben, seni Kendim için yetiştirdim.

***

42.Sen ve kardeşin alâmetlerim/ göstergelerim ile gidin ve Beni anmakta gevşeklik etmeyin.

43.Her ikiniz gidin Firavun’a. Şüphesiz o azdı. 44.Sonra ona öğüt alması ve saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürpermesi için yumuşak söz söyleyin.”

45.Mûsâ ile Hârûn: “Rabbimiz! Onun bizim aleyhimize aşırı gitmesinden veya azgınlığından korkarız” dediler.

46.Allah: “Korkmayınız, şüphesiz Ben ikinizle beraberim, işitirim ve görürüm. 47.Hemen ona gidin de ona; ‘Şüphesiz biz Rabbinin iki elçisiyiz. Artık İsrâîloğulları’nı bizimle gönder ve onlara azap etme; kesinlikle biz sana Rabbinden bir alâmet/gösterge ile geldik. Selâm kılavuza uyanlaradır. 48.Şüphesiz biz; kesinlikle bize, kesinlikle azabın yalanlayana ve sırt çevirene olduğu vahyedildi’ deyiniz.” 46dedi

***

49.Firavun: “Öyleyse sizin Rabbiniz kimdir ey Mûsâ?” dedi.

50.Mûsâ: “Bizim Rabbimiz her şeye varlık ve özelliklerini veren, sonra yol gösterendir” dedi.

51.Firavun: “Öyleyse ilk asırların durumu nedir?” dedi.

52.Mûsâ: “Onların bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim yanlış yapmaz ve unutmaz/terk etmez. 53.O, yeryüzünü sizin için bir döşek yapan, oradan sizin için yollar açan ve gökten bir su indirendir” 52.dedi. –İşte Biz, o su ile türlü türlü bitkilerden çiftler çıkardık. 54.Yiyiniz ve hayvanlarınızı otlatınız. Şüphesiz akıl sahipleri için bunda nice alâmetler/göstergeler vardır! 55.Biz sizi yeryüzünden oluşturduk, sizi ona döndüreceğiz ve sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.– 56.Ve andolsun ki Biz, Firavun’a alâmetlerimizi/göstergelerimizi; hepsini gösterdik de o yalanladı ve dayattı.

57,58.Firavun: “Ey Mûsâ! Sen etkili bilginle bizi topraklarımızdan çıkarmak için mi geldin bize? O hâlde biz de senin etkili bilgin gibi bir etkili bilgi ile sana geleceğiz. Şimdi bizimle senin aranda bir buluşma zamanı/yeri belirle ki; bizim ve senin karşı çıkmayacağımız düz ve geniş bir yer olsun” dedi.

59.Mûsâ: “Sizinle buluşma zamanı, tören, şenlik günü ve insanların toplanacağı kuşluk vaktidir” dedi.

***

60.Bunun üzerine Firavun sırt çevirdi de düzenlerini-planlarını topladı, sonra geldi.

61.Mûsâ onlara dedi ki: “Yazıklar olsun size! Allah’a yalan uydurmayın. Sonra bir azap ile kökünüzü keser. Gerçekten, uyduran zarar etmiştir.”

62.Bunun üzerine etkili bilginler aralarında işlerini tartıştılar ve “63,64.Bu ikisi kesinlikle etkili bilginlerdir; etkili bilgileriyle sizi topraklarınızdan çıkarmak ve de en iyi örnek yolumuzu yok etmek istiyorlar. Onun için bütün tuzaklarınızı bir araya getirin, sonra sıralar hâlinde gelin. Bugün üstün gelen kesinlikle zafer kazanmıştır” dedikleri şeklindeki fısıldaşmalarını gizli tuttular.

65.Etkili bilginler: “Ey Mûsâ! Ya sen ortaya koyacaksın veyahut ilk ortaya koyan kişiler biz olalım” dediler.

66.Mûsâ: “Tam tersi, siz ortaya koyun” dedi. Bir de ne görürsün! Onların birikimleri, eski inançları ve tezleri/çer-çöpleri/eften püften bilgileri, yaptıkları sihirden/hünerli gösterimden ötürü gözünde büyüdü. 67.Bu yüzden Mûsâ, içinde bir korku hissetti.

68,69.Biz: “Korkma, şüphesiz sen; en üstün olan sensin: Sen sahibi olduğun birikimi ortaya koy; o, onların yapıp ürettiklerini yutsun dursun. Şüphesiz onların yaptıkları ancak bir göz boyayıcısı hilesidir. Göz boyayıp etkileyen kişi ise, her nereye giderse gitsin zafer kazanamaz, başarılı olamaz” dedik.

***

70.Sonunda bütün etkili bilginler, “Mûsâ ile Hârûn’un Rabbine iman ettik” demek sûretiyle boyunlarını uzatıp teslim olmuş durumda bırakıldılar.

71.Firavun: “Ben size izin vermezden önce mi o’na iman ettiniz? Şüphesiz o, size etkili bilgi öğreten büyüğünüzdür. Andolsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama/arka arkaya keseceğim ve kesinlikle sizi hurma kütüklerine asacağım. Ve hangimizin azap bakımından daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu kesinlikle bileceksiniz” dedi.

72,73.Etkili bilginler: “Bize gelen bu açık kanıtlar ve bizi yoktan yaratana karşı asla seni üstün tutmayız. Ne hüküm vereceksen hadi ver! Sen, ancak bu iğreti dünya hayatına hükmedersin. Şüphesiz biz, hatalarımıza ve bizi etkili bilgiden zorladığın şeye karşı, bizi bağışlasın diye Rabbimize iman ettik. Ve Allah daha hayırlı ve daha kalıcıdır” dediler.

***

77.Ve andolsun, Mûsâ’ya “Yetişilmekten korkmayarak ve saygıyla, sevgiyle ürpermeden/ Firavuna minnet duymadan kullarımı geceleyin yürüt de kendileri için bol suda/nehirde kuru bir yol aç!” diye vahyettik.

78.Firavun ordularıyla hemen onları takip etti de bol sudan/nehirden kendilerini kaplayan şey kaplayıverdi.

79.Ve Firavun toplumunu saptırdı ve doğru yolu göstermedi.

***

83.Seni toplumundan daha çabuklaştıran nedir ey Mûsâ?

84.Mûsâ: “Onlar, benim izim-öğretim üzerinde olanlardır. Ben de Sen hoşnut olasın diye Sana acele ettim Rabbim” dedi.

85.Allah: “Şüphesiz işte, Biz senden sonra toplumunu imtihan ettik. Samirî de onları saptırdı” dedi.

86.Bunun üzerine Mûsâ öfkeli ve üzgün olarak hemen toplumuna geri döndü; “Ey toplumum! Rabbiniz size güzel bir vaat ile söz vermedi mi? Şimdi size bu uzun mu geldi, yoksa Rabbinizden size bir gazap inmesini mi arzu ettiniz de bana olan vaadinizden cayıverdiniz?” dedi.

87.Onlar dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden caymadık. Fakat biz o toplumun zînetlerinden birtakım ağırlıklar yüklenmiştik. Sonra onları fırlatıp attık. Sonra da işte böylece Samirî kafamıza soktu.”

88.Samirî onlara bir aldatan, tuzağa düşüren cesedi/altını çıkardı da İsrâîloğulları: “İşte bu, sizin ilâhınızdır ve de Mûsâ’nın ilâhıdır. Ama Mûsâ onu terk ediverdi” dediler. 89.Peki, onlar görmüyorlar mıydı ki, altın kendilerine hiçbir sözle karşılık veremiyor; onlara bir zarara ve bir yarara güç yetiremiyordu!–

90.Ve andolsun ki Hârûn daha önce onlara: “Ey toplumum! Şüphesiz siz bununla imtihana çekildiniz/dinden çıkıp kendinizi ateşe attınız. Ve şüphesiz sizin Rabbiniz Rahmân’dır [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tır]. Gelin bana uyun ve emrime uyun” demişti. 91.Hârûn’un toplumu: “Mûsâ bize dönüp gelinceye kadar, biz ona tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz” dediler.

92,93.Mûsâ: “Ey Hârûn! Bunların sapıklığa düştüğünü gördüğün vakit, seni benim yolumu takip etmekten engelleyen ne oldu? Yoksa benim emrime karşı mı geldin?” dedi.

94.Hârûn: “Ey anamın oğlu! Sakalımı ve başımı tutma. Şüphesiz ben senin ‘İsrâîloğulları arasında ayrılık çıkardın ve benim sözüme bakmadın’ demenden korktum” dedi.

95.Sonra da Mûsâ: “Ey Samirî! Senin bu yaptığın nedir?” dedi.

96.Samirî: “Ben onların anlamadıkları bir şeyi anladım da elçinin eserinden bir avuç almıştım, sonra da onu fırlatıp attım. Ve bunu, bana böylece nefsim hoş gösterdi” dedi.

97,98.Mûsâ: “Haydi git. Artık senin için hayat boyunca ‘Benimle temas yok’ diye söylemen var. Hem senin için asla karşı çıkamayacağın bir buluşma günü daha var. Bir de kulluk edip durduğun ilâhına bak” dedi. –Elbette Biz onu yakacağız, sonra da kesinlikle onu bol suda kökünden yıkacağız. Sizin ilâhınız, ancak Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. Şüphesiz ki O bilgi yönünden her şeyi kuşatmıştır.–

***

99.Biz, sana geçmiş olan şeylerin önemli haberlerinden bir kısmını böylece anlatıyoruz. Şüphe yok ki, sana katımızdan bir Öğüt/hatırlatma [Kur’ân] verdik. 101-102.Kim Bizim verdiğimiz Öğüt’ten [Kitap'tan/Kur’ân'dan] yüz çevirirse, şüphesiz o, kıyâmet günü; Sûr’a üflendiği gün, sürekli içinde kalacakları bir yük yüklenecektir. Ve kıyâmet günü onlar için bu ne fena bir yüktür! Biz suçluları o gün, gözleri gövermiş olarak toplayacağız. 103.Aralarında fısıldaşacaklar: “Siz dünyada sadece ‘on gün’ kaldınız.”– 104.Biz aralarında ne konuşacaklarını daha iyi biliriz.– Yolca en üstün olan “Siz ancak bir gün kaldınız” diyecektir.




9.Mûsâ ile ilgili bilgiler kesinlikle sana ulaştı.

Bu Âyetten itibaren Mûsâ Peygamber ile ilgili kıssa başlamaktadır. Diğer sûrelerde detaylıca açıklanmış olan Mûsâ olgusu Tâ-Hâ/9-99′da kısa değinilerle özet hâlinde verilmiştir. Bu pasaj, hemen bir çırpıda oluvermiş gibi algılamamalıdır. 9–36. Âyetlerde Mûsâ’nın peygamberlikle görevlendirilişi, 37–40. Âyetlerde Mûsâ peygamberin peygamber olmadan önceki hayatına dair yapılan hatırlatma, 41–98. Âyetlerde de Mûsâ peygamberin Firavun ve İsrâîloğulları ile yaşadığı olaylar nakledilmektedir. Burada nakledilen olaylar kronolojik değildir. Bu pasajın, resmi mushafta, tertip heyeti tarafından düzgün tertip edilmediği kanaatiyle ayet sıralarını farklı olarak tertip etmiş bulunuyoruz.


Daha önceki Sûrelerde kısaca değinilen Mûsâ peygamberin hayat hikâyesine daha ayrıntılı olarak ilk kez bu Sûrede yer verilmiştir. Doğumu ile peygamber olması arasındaki hayat hikâyesi ise Kasas Sûresinde yer almaktadır.


Bu Sûrede geçen olaylarda, Allah’ın Mûsâ peygambere mesaj gönderirken uyguladığı yöntem ile Mûsâ peygamberin yaşadığı gelişmeler karşısındaki tutumu sergilenmektedir. Dolayısıyla bu kıssadan öncelikle hisse almış olan ilk muhatap peygamberimiz, sonra da onun görevini devam ettiren ve ettirecek olan mücahitlerdir.


Ulaştı mı sana Mûsâ’nın haberi? şeklindeki soru, cevap almak üzere değil, dikkat çekmek için sorulmuş bir sorudur. Ve bu cümle, “Sana Musa’nın haberi kesinlikle geldi” demektir.



10.Hani o bir ateş görmüştü de ehline [ailesine, yakınlarına]: “Kesinlikle ben bir ateş gördüm. Ondan size bir kor parçası getirmem yahut ateş üzerinde bir kılavuz bulmam için siz bekleyin!” demişti.


Âyette geçen ehil [aile ve yakınlar] ifadesinden anlaşıldığına göre Mûsâ peygamber bu seyahatte yalnız değildir. Daha sonra -Kasas Sûresinden- öğrenileceği üzere, bu olay Mûsâ ve ehlinin Medyen’den Mısır’a dönmesi sırasında gerçekleşmiştir.


Olay esnasında ateşin görülebilmesi vaktin gece olduğunu, kora ihtiyaç duyulması havanın soğuk olduğunu, ateşin yanında bir kılavuz bulma ümidi de Mûsâ peygamber ve ehlinin yollarını kaybettiğini göstermektedir.



11.Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi: “Mûsâ! 12.Ben, senin Rabbin olan Benim. Hemen yakınlarını ve mallarını burada bırak, şüphesiz sen temizlenmiş vadide, Tuva’dasın/iki kere temizlenmiş bir vadidesin. 13.Ve Ben seni seçtim; O hâlde vahyedilecek olan şeye; “14.Hiç şüphesiz ki Ben, Allah’ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikame et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluştur-ayakta tut]. 15.Şüphesiz ki o saat/kıyâmet gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim. 16.O nedenle kıyâmete inanmayan ve kendi boş iğreti arzusuna uyan kimse seni, kıyâmete iman etmekten alıkoymasın; sonra değişime/yıkıma uğrarsın” 14.uyarısına kulak ver.


Not: Diğer sûrelerde ayrıntılı olarak açıklanmış olan Mûsâ olgusu, Tâ-Hâ/9-99′da (120. necm), kısa değinilerle özet hâlinde verilmiştir. Bu sûredeki anlatımın hemen bir çırpıda oluverdiği zannedilmemelidir. Burada nakledilen olaylar, bir kronoloji de takip etmez.


Tahlile başlamadan evvel, kıssanın bu bölümünün diğer sûrelerdeki anlatımlarına da bakmakta yarar vardır:


7.Hani Mûsâ, yakınlarına: “Şüphesiz ben bir ateş gördüm, ondan size bir haber getireceğim yahut ısınmanız için bir kor ateş getireceğim” demişti.

8-12.Sonra oraya geldiği zaman seslenilmişti: “Ateşin içindeki ve yanı başındaki kişi bolluklu kılınmıştır! Ve âlemlerin Rabbi olan Allah, eksikliklerden arınıktır!

“Ey Mûsâ! Şüphesiz Ben, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah’ım!

“Ve birikimini ortaya koy!” –Onu sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görüverince, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. -Ey Mûsâ korkma! Şüphesiz ki Ben; Benim yanımda elçiler korkmaz. Ancak, kim yanlış; kendi zararlarına iş yapar, sonra kötülüğün ardında iyiliğe çevirirse, şüphesiz Ben, çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.–

“Ve koynundaki gücünü devreye sok, dokuz âyet [alâmet/gösterge] içinde Firavun’a ve onun toplumuna hiç kusursuz, mükemmel çıkacaksın. Şüphesiz onlar yoldan çıkmış bir toplum olmuşlardır.”

13.Sonra da âyetlerimiz/alâmetlerimiz/göstergelerimiz onlara parlak bir şekilde gelince, “Bu apaçık bir göz boyama, insan kandırmadır” dediler.
14.Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!– (Neml/ 7–14)



29.Artık Mûsâ süreyi doldurup ailesiyle/yakınlarıyla yola çıkınca, dağ tarafından bir ateş hissetti. Ailesine, “Benim size bir haber getirmem için siz bekleyin; ben bir ateş hissettim. Yahut ısınırsınız diye o ateşten bir parça getiririm” dedi.

30-32.Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vâdinin sağ tarafından, bir ağaçtan seslenildi: “Ey Mûsâ! Hiç şüphesiz ki Ben, âlemlerin Rabbi Allah’ın ta kendisiyim! Ve birikimini ortaya at! –Birikimini sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görünce de dönüp arkasına bakmadan kaçtı.– Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Koynundaki gücünü devreye sok, kusursuz, mükemmelce çıkacaksın. Korkudan kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir toplum olmuşlardır.”(Kasas/ 29–32)


15.Mûsâ’nın haberi sana geldi mi?
16,17.Hani, Rabbi ona mukaddes Tuvâ vadisinde/iki kez temizlenmiş vadide seslenmişti: “ Firavun’a git! Şüphesiz o azdı.”(Nâziât/ 15–17)


11–16. Âyetler, Mûsâ peygambere yapılan ilk hitabı, ilk vahyi ve sonraki aldığı vahiylerinin tümünün özetini bildirmektedir. Mûsâ peygambere olan bu ilk vahyinde Yüce Allah kendisini Mûsâ peygamberin ve âlemlerin Rabbi olarak tanıtmakta, kendisinden başka ilâh olmadığını, vaktini açığa vurmamakla birlikte kıyâmetin mutlaka geleceğini bildirmektedir.


Ayrıca Mûsâ peygamberin tertemiz bir vadîde [yolda, doğrultuda] olduğunu ve onu Elçi seçtiğini açıklamakta, ona bazı emirler vermektedir:

  • Nalınlarını çıkar.
  • Vahye dileceklere kulak ver.
  • Allah’a kul ol.
  • Allah’ı anmak için salâtı ikame et.
  • Hevasına uyan kimse iman etmene engel olmasın diye dikkat et.


NALINLARI ÇIKARMAK:
12. Âyette geçen nalınlarını çıkar emrinin ne anlama geldiği hakkında aşağıdakilere benzer birçok yorum yapılmıştır:


  • Mûsâ peygamberin pabuçları ölmüş eşek derisinden imiş de böyle bir pabuçla mukaddes vâdiye girilmezmiş.
  • Mûsâ peygamberin iki ayağı da vâdiye iyi tutunsun diye Allah ona pabuçlarını çıkarmasını emretmiş.
  • Allah, Mûsâ peygamberin üzerinde bulunduğu vâdiye saygı için ondan -bu zamanda camilere girerken ayakkabı çıkarıldığı gibi- pabuçlarını çıkarmasını istemiş.[5] Biz bu konuda farklı bir kanaate sahibiz. Şöyle ki:


Mûsâ peygambere verilen nalınlarını çıkar emri, Türkçede kullandığımız “kolları sıva,paçaları sıva, yola koyul” şeklindeki tabirlerimize benzemektedir. Mûsâ peygamberden artık kendisini tamamen peygamberlik görevine adaması; görevini yaparken ehlinin, malının, mülkünün, kısaca hiçbir şeyin kendisine ayak bağı olmamasını sağlaması istenmektedir. Bu emre göre Mûsâ peygamber bütün benliğiyle elçilik görevine koşacak, görevini yapmak için gerekirse eşinden, çocuklarından ayrılacaktır. Tasavvufçuların “nalınları çıkarmak” tabirini “hanımı boşamak” anlamında yorumlamalarının kaynağı da, Mûsâ peygambere verilen ve eşinden ayrılmayı da kapsayan bu emir olsa gerektir. Bu emir, askerlik çağı gelen gençlerin malını, eşini, işini, çocuklarını bırakıp vatan bekçiliğine gitmelerine benzemektedir. Aynı durumu Saffat suresinde İbrahim peygamber ile ilgili olarak göreceğiz. O da ölü toprağı serpilmiş beldede de karısını çocuğunu mağdur olmaları pahasına bırakıp Allah’a hizmete koşmuştur.


Bu emir sonrasında Mûsâ peygamberle ehli arasındaki ilişkiler ve mal varlığındaki gelişmeler Kur’ân’da yer almamıştır. Ancak Tevrât’a göre Mûsâ peygamber ehlini ve mal varlığını orada bırakmış, ehli ile daha sonra Mısır’da buluşmuştur:


Mûsâ kayınbabası Yitro’nun yanına döndü. Ona, “İzin ver, Mısır’daki soydaşlarımın yanına döneyim” dedi, “Bakayım, hâlâ yaşıyorlar mı?” Yitro, “Esenlikle git” diye karşılık verdi.[6]


Mûsâ peygamberin kayınbabası Midyanlı Kâhin Yitro, Tanrı’nın Mûsâ peygamberin ve halkı İsrâil için yaptığı her şeyi, RABB’in İsrâilliler’i Mısır’dan nasıl çıkardığını duydu. Mûsâ peygamberin kendisine göndermiş olduğu karısı Sippora’yı ve iki oğlunu yanına aldı. Mûsâ,peygamber “Garibim bu yabancı diyarda” diyerek oğullarından birine Gerşom adını vermişti. Sonra, “Babamın Tanrısı bana yardım etti, beni Firavun’un kılıcından esirgedi” diyerek öbürüne de Eliezer adını koymuştu. Yitro Mûsâ peygamberin karısı ve oğullarıyla birlikte Tanrı Dağı’na, Mûsâ peygamberin konakladığı çöle geldi. Mûsâ’ya şu haberi gönderdi: “Ben, kayınbaban Yitro, karın ve iki oğlunla birlikte sana geliyoruz.” Mûsâ peygamber kayınbabasını karşılamaya çıktı, önünde eğilip onu öptü. Birbirinin hatırını sorup çadıra girdiler. Mûsâ peygamber İsrâilliler uğruna RABB’in Firavun’la Mısırlılara bütün yaptıklarını, yolda çektikleri sıkıntıları, RABB’in kendilerini nasıl kurtardığını kayınbabasına bir bir anlattı.[7]


15.Âyette geçen onu (kıyâmeti) neredeyse gizleyeceğim ki herkes emeğinin karşılığını alsın ifadesi, kıyâmetin kopmasının ve âhiret hayatının başlamasının bu dünya hayatındaki imtihanın gereği olduğuna işaret etmektedir. Çünkü her insan bu dünyada yaptıklarının karşılığını tam olarak ancak âhirette alabilecek, orada tam bir adaletle karşılaşacaktır:


7,8.Artık her kim, zerre miktarı bir hayır işlerse onu görecek, her kim de zerre miktarı bir şer işlerse onu görecektir.(Zilzâl/ 7–8)


13-16.O gün yalanlayıcılar, cehennem ateşine itildikçe itilirler. –İşte bu, yalanlayıp durduğunuz ateştir! Peki, bu da mı bir sihir? Yoksa siz görmüyor musunuz? Yaslanın oraya! İster sabredin ister sabretmeyin, artık sizin için birdir. Siz, sadece yaptıklarınızın karşılığını alacaksınız!–(Tûr/ 13- 16)


63,73.İnsanlar sana kıyâmetin kopuş vaktinden soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi, Allah’ın; münâfık erkekleri, münâfık kadınları, ortak koşan erkekleri, ortak koşan kadınları azap etmesi; ve Allah’ın, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların tevbelerini kabul etmesi için ancak Allah’ın nezdindedir. Ne bilirsin belki kıyâmetin kopuş vakti yakında olur. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”(Ahzab/ 63, 73)


Kıyâmetin kopma belirtilerinin açıkça gösterilmemesi, aslında insanların inançlarındaki samimiyeti ortaya çıkarmaktadır. Çünkü samimî bir şekilde âhirete inanan kimse, kıyâmetin ne zaman kopacağını bilmese de her an takvâ üzerinde yaşamaya devam edecek, âhirete inanmayan kimsenin devam edeceği şey ise kıyamet belirtilerini açıkça görmediğinden hayatını fıskla, fücurla sürdürecektir.


16. Âyetin muhatabı aslında tek tek mükelleflerdir. Akıl sahibi herkese zımnen şöyle denmektedir: “Kıyâmeti yalanlayan, dünyada kendilerine lezzet veren şeylere yönelen, Mevlâ’sına isyan eden, arzularına uyan kimsenin peşinden gitmeyin. Kim onlara bu tavırlarında muvafakat ederse, mutlaka kaybeder, helâk olur. Malı mülkü kendisine fayda vermez.”
8-11.Kim de cimrilik ederse ve kendisini tüm ihtiyaçların üstünde görürse ve en güzeli yalanlarsa, Biz ona en zor olan için kolaylık vereceğiz. Aşağı yuvarlanıp değişime, yıkıma uğradığında/öldüğünde malı onu kurtaramayacaktır. (Leyl/ 8–11)


طوى- TÛVÂ:
Bu sözcüğün geçtiği cümle genellikle Şüphesiz sen temizlenmiş vadîdesin; Tûvâ’dasın şeklinde çevrilerek Tûvâ sözcüğü özel bir vadînin adı olarak açıklanmıştır. Ancak Zebidi, en önemli Arap kaynakları arasında yer alan Tacü’l-Arus adlı eserinde böyle bir vadîden hiç bahsetmemiştir. Aynı konu üzerinde emek harcayanlardan biri olan Zemahşeri isetûvâ sözcüğünün anlamının iki kere demek olduğundan yola çıkarak cümleye “sen iki kere temizlenmiş bir vadîdesin” anlamını vermiştir.[8]


الوادى - VÂDİ:
Vâdi “dağların, tepelerin arasındaki her yarık, çukur yer” demektir.[9]


Türkçedeki koyak sözcüğü de yukarıdaki “vadî” anlamının yanı sıra, “akarsuların karalarda oluşturduğu, bir yöne doğru meyilli, uzunlamasına çukur” demektir.


Âyette geçen vâdi sözcüğünü yukarıdaki gerçek anlamlarında kabul etmek mümkün değildir. Zira aynı olayı anlatan başka Âyetlerde bir dağdan bahsedilmekte ve Mûsâ peygamberin uzaktan oradaki ateşi gördüğü bildirilmektedir. Eğer Âyette geçen vâdi sözlüklerdeki anlamına uygun olarak çukur bir yer olsa idi, ne Mûsâ peygamber oradaki ateşi görebilir, ne de Rabbimiz orada bir dağın varlığından söz ederdi. Dolayısıyla burada vâdi sözcüğü ile mecazî olarak “yol” kastedilmiştir. Bu “yol“, iki kere temizlenmiş peygamberlik yoludur. Mûsâ peygambere “Artık sen peygamberlik yolundasın. Kolları sıva, artık çoluk-çocuk, mal-mülk düşünme, vahye kulak ver, yeni işine başla!” denilmiştir.


17.Ve sağ elindeki nedir ey Mûsâ?

18.Mûsâ: “O, benim asamdır, ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim ve onda benim için başka yararlar da var” dedi.

19.Allah: “Ey Mûsâ! Onu bırak/çobanlığı bırakıp yerleşik hayata geç! 24Firavun’a git, şüphesiz o azdı” dedi.

***

20.O da onu hemen bıraktı/ yerleşik hayata geçti, bir de ne görürsün! Artık sağ elindeki; kendisine vahyedilen Kitap, koşan bir candır; sosyal hayatın kaynağıdır.

25.Mûsâ: “Rabbim! 33.Seni tüm noksanlıklardan çok arındırmamız 34.ve Seni çok çok anmamız için 25.göğsümü aç, 26.işimi bana kolaylaştır. 27.Dilimden de düğümü çöz 28ki sözümü iyi anlasınlar. 29.Ve ehlimden; 30.kardeşim Hârûn’u 29.benim için bir vezir kıl, 31.o’nunla arkamı kuvvetlendir. 32.İşimde o’nu bana ortak et. 35.Şüphe yok ki Sen bizi görüp duruyorsun” 20.dedi.


Not: bu pasaj, Teknik ve anlam bilgisi nedenlerle resmi mushaftan farklı dizilmştir.


17. Âyetteki soru bilgi almak için sorulmuş bir soru değildir. Çünkü Allah onun elinde bir asa tuttuğunu bilmektedir. Soru, Mûsâ peygamberin dikkatini asaya çekerek kendisine verilecek göreve hazırlama amacına yöneliktir.


ASANIN DİĞER YARARLARI:
Mûsâ peygamberin 18. Âyetteki onda benim için başka yararlar da var şeklindeki ifadesi, asasını Âyette sayılanlar dışında başka işlerde de kullandığını göstermektedir. Meselâ dağda bayırda çobanlık yapan bir kişi yiyecek içecek torbasını asasının ucunda taşır, bitki köklerini topraktan asasıyla çıkartır, su bulmak için toprağı kazarken asasından yararlanır, sürüsünü asasıyla güder, vahşî hayvanlara ve saldırganlara karşı asasını silâh olarak kullanır. Ancak Mûsâ peygamberin bu sözlerinden sonraki gelişmeler göstermektedir ki, artık çoban Mûsâ peygamberin asasının işi bitmiştir, yani asa eski işlevleri için Mûsâ peygambere artık lâzım değildir. Bundan sonraki sağ elinde tutacağı Asa başka bir şeydir, tüm bâtıl olan şeyler o şey ile yok edilecek ve insanların gerçekleri görmesi o şey ile sağlanacaktır.


Bazıları Mûsâ peygamberin asasının ona sağladığı faydaları sayıp dökmekle bitirememişler ve asa ile ilgili birçok kerametler nakletmişlerdir. Bunlara inanan zavallılar da kerameti hep asada aramışlar ve kutsiyet izafe ederek onu günümüze kadar taşımışlardır. Nitekim bazı kişiler asayı peygamberlerin sünneti olarak kabul etmekte ve bu çağda bile asa ile dolaşmaktadır.


Dikkat edilirse, Mûsâ peygambere de tıpkı peygamberimize Mescid-i Aksa’daki son sidre ağacının yanında yapılan hitap gibi aracısız hitap edilmiştir. Yani her iki peygambere de birbirine benzer şekillerde vahye dilmiş ve ikisine de Şûrâ Sûresi’nin 51. Âyetinde bildirilen Allah’ın beşer ile konuşma şekillerinden perde arkası usulü uygulanmıştır.


6,7.Ve müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan, en yüksek ufukta idi. 8,9.Sonra yaklaştı ve hemen sarktı. İki yay uzunluğu kadar, ya da daha yakın olmuştu. 10.Hemen de kuluna, 14.son kiraz ağacının yanında 15.–ki yanında oturmaya değer konaklama yeri vardır– vahyettiğini vahyetti. 16.O zaman kiraz ağacını kaplayan kaplıyordu.11.Gönlü, gördüğünü yalanlamadı. 12.Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz?/Onun gördüğü şey hakkında o’nunla mücâdele mi ediyorsunuz?


13.Andolsun onu, başka bir inişte daha gördü. 17.Göz şaşmadı ve azmadı. 18Andolsun, Rabbinin alâmetlerinin/göstergelerinin en büyüğünü gördü. (Necm/ 10–18)


30-32.Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vâdinin sağ tarafından, bir ağaçtan seslenildi: “Ey Mûsâ! Hiç şüphesiz ki Ben, âlemlerin Rabbi Allah’ın ta kendisiyim! Ve birikimini ortaya at! –Birikimini sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görünce de dönüp arkasına bakmadan kaçtı.– Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Koynundaki gücünü devreye sok, kusursuz, mükemmelce çıkacaksın. Korkudan kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir toplum olmuşlardır.” (Kasas/ 30- 32)


20-23. âyetlerde, Mûsâ’ya verilen iki âyetten bahsedilmektedir. Bunlardan ilki, sağ eline çoban asâsının yerine verilen vahiy/kitap/Tevrât; ikincisi ise gücüne güç katacak olan Hârûn’dur. Aşağıdaki âyetlerde Mûsâ’nın ifade yeteneğinin yeterli olmadığı, meramını iyi anlatması için kardeşi Hârûn’un kendisine yardımcı yapılmasını istediği ve bu isteğinin de verildiği görülecektir.


Bu konu, yani asâ ve yed [kusursuz güç] hakkında A‘râf sûresi’nde detay verilmiştir. Burada başka sözcükler üzerinde duracağız.


الحية [HAYYE]

Hayye sözcüğü de, Mûsâ pasajının doğru anlaşılmasındaki kilit sözcüklerden biridir. Bu nedenle bu sözcük üzerinde durmak istiyoruz:


Hayat sözcüğünden gelen hayye sözcüğü, “bir kere yaşam” demektir. Araplar bu sözcüğü birçok şekilde kullanırlar:

Uzun ömürlü olmasından dolayı yılana, hayye denir.

Gözü keskin olana, “O, hayye‘den daha iyi görür” derler.

Hain, sinsi olana, “O, hayye‘den daha zâlim” derler.

Çevresine, toplumuna yararlı olanlara, onları koruyanlara, “O, bölgenin, yeryüzününhayye‘si” denir.

Kadın-erkek uzun yaşayana, “O, hayye‘nin tekidir” derler.

Kişi akıl, zeka ve dehada zirvede olduğu zaman, “O, vâdinin hayye‘sidir” denir.

Hayye, teşbihen Büyük Ayı yıldız kümesinin ikizleri ile Alkaid [ölü sönük yıldız] arasındaki yıldızlara denir.[10]


Tahiyye [selâmlama/Allah sana ömür versin] sözcüğü de aynı kökten gelir.


Özetlersek, bu sözcüğün anlamı, “hayat ve canlılık”tır. Dolayısıyla hayye sözcüğü, “yılan” demek olmayıp, “varlığın uzun ömürlü oluşu”nu nitelemektedir. Tâ-Hâ sûresi’ndeki حية تسعى[hayyetun tes‘â/koşup duran tes‘â] ifadesinin, Türkçe’deki tam karşılığı, “yedi canlı” deyimi olup bu da, “defalarca ölüm tehlikesiyle karşılaşmasına rağmen her seferinde sağ kurtulmak” anlamına gelir. Bu sözcük, birçok hastalıktan, bela ve felaketten kurtulan kişiler için kullanıldığı gibi, kedi ve yılan için de kullanılır.


Bu âyetteki hayye sözcüğünü anlamak için, Mûsâ’nın sağ elindekinin diğer bir nitelenmesini de dikkate almak gerekir. Allah Neml/10 ve Kasas/31′de, Mûsâ’nın sağ elindekini, Sanki görünmeyen bir varlık gibi hareket ettirir diye nitelemiştir. Yani, Mûsâ’nın sağ elindeki şey, “hareket ettiren görünmez bir varlığa” benzemektedir. Bu hareket sağlayan görünmez varlık ise, insanların ve hayvanların canıdır.


Bu ifade, vahyin/ilâhî kitapların “rûh” niteliğidir. Kur’ân’ın bir adının da rûh olduğu gibi, Mûsâ’nın sağ elindekinin [Kitabının] adı da rûh’tur:

15.O, dereceleri yükseltendir, en büyük tahtın/en yüksek mevkiin sahibidir: O, buluşma günü hakkında uyarmak için Kendi emrinden/ Kendi işinden olan vahyi kullarından dilediğine bırakır.Mü’min/15)


52,53.İşte böylece Biz, sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan ruhu/ Kur’ân’ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar Kendisi için olan Allah’ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın, bütün işler yalnız Allah’a döner. (Şûrâ/52-53)


20. âyetteki hayye sözcüğü, “yılan” olarak anlaşılınca, doğal olarak 21. âyetteki korkmaksözcüğü de “yılandan korkmak” olarak anlaşılmıştır. Hâlbuki buradaki korku, bu sûrenin 45-46. âyetleri ile Şu‘arâ/10-15, Neml/10 ve Kasas/30. âyetlerde konu edilen Mûsâ’nın görevden korkması, kaçmasıdır.


10.Bir vakit de Rabbin, Mûsâ’ya: “Git o yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluma; 11Firavun toplumuna, hâlâ Allah’ın koruması altına girmeyecekler mi?” diye nida etmişti.
12.Mûsâ: “Rabbim! Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkarım. 13Göğsüm de daralır, dilim konuşmaz, onun için Hârûn’a da elçilik ver. 14Hem onlara ait benim üzerimde bir suç var. Ondan dolayı beni öldürmelerinden korkarım” dedi.
15.Allah: “Kesinlikle senin düşündüğün gibi değil! Haydi, ikiniz alâmetlerimizle/göstergelerimizle gidin. Şüphesiz ki, Biz sizinle beraberiz, işitenleriz.16,17.Haydi, ikiniz Firavun’a gidin de ‘Biz kesinlikle, İsrâîloğulları’nı bizimle beraber gönderesin diye’ âlemlerin Rabbinin elçisiyiz deyin” dedi.(Şu‘arâ/10-17)


8-12.Sonra oraya geldiği zaman seslenilmişti: “Ateşin içindeki ve yanı başındaki kişi bolluklu kılınmıştır! Ve âlemlerin Rabbi olan Allah, eksikliklerden arınıktır!


“Ey Mûsâ! Şüphesiz Ben, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah’ım!

“Ve birikimini ortaya koy!” –Onu sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görüverince, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. -Ey Mûsâ korkma! Şüphesiz ki Ben; Benim yanımda elçiler korkmaz. Ancak, kim yanlış; kendi zararlarına iş yapar, sonra kötülüğün ardında iyiliğe çevirirse, şüphesiz Ben, çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.–

“Ve koynundaki gücünü devreye sok, dokuz âyet [alâmet/gösterge] içinde Firavun’a ve onun toplumuna hiç kusursuz, mükemmel çıkacaksın. Şüphesiz onlar yoldan çıkmış bir toplum olmuşlardır.”(Neml/8-12)


30-32.Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vâdinin sağ tarafından, bir ağaçtan seslenildi: “Ey Mûsâ! Hiç şüphesiz ki Ben, âlemlerin Rabbi Allah’ın ta kendisiyim! Ve birikimini ortaya at! –Birikimini sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görünce de dönüp arkasına bakmadan kaçtı.– Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Koynundaki gücünü devreye sok, kusursuz, mükemmelce çıkacaksın. Korkudan kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir toplum olmuşlardır.” (Kasas/ 30-32)


45.Mûsâ ile Hârûn: “Rabbimiz! Onun bizim aleyhimize aşırı gitmesinden veya azgınlığından korkarız” dediler.
46.Allah: “Korkmayınız, şüphesiz Ben ikinizle beraberim, işitirim ve görürüm. 47Hemen ona gidin de ona; ‘Şüphesiz biz Rabbinin iki elçisiyiz. Artık İsrâîloğulları’nı bizimle gönder ve onlara azap etme; kesinlikle biz sana Rabbinden bir alâmet/gösterge ile geldik. Selâm kılavuza uyanlaradır. 48Şüphesiz biz; kesinlikle bize, kesinlikle azabın yalanlayana ve sırt çevirene olduğu vahyedildi’ deyiniz.” 46dedi (Tâ-Hâ/45-46)


BEMBEYAZ EL?
22. âyetetteki, tahrücü [çıkacak] filinin öznesi “el” değil, “sen”dir. Bu ifade, fiil kalıbının “ikinci eril tekil şahıs” kalıbı ile, “üçüncü dişil tekil şahıs” kalıplarının aynı kalıp olmasından karıştırılmıştır. Burada kastedilen de kendisine yedek güç olarak verilmiş olan vezir Hârûn’u devreye sokması, o’nun sayesinde ifadeleri kusursuz, lekesiz ve eksiksiz olarak tebliğ etmesidir.


Burada 20-23. âyetlerde zikri geçen Mûsâ’ya verilen iki ayet; alamet, gösterge, Furkân sûresi’nde şöyle zikredilmiştir:

35.Ve andolsun ki Mûsâ’ya Kitab’ı verdik, kardeşi Hârûn’u da o’nunla birlikte yardımcı, destekçi verdik.
36.Sonra da, “Haydi âyetlerimizi yalanlayan o topluma gidin!” dedik. Sonunda da onları parçalayıp yok ettik.(Furkân/35-36)



19, 24. O [Allah], “Ey Mûsâ! Onu bırak/çobanlığı bırakıp yerleşik hayata geç! Firavun’a git, şüphesiz o azdı” dedi


Bu Âyette, elçilik görevi verilen Mûsâ peygambere tuğyan hâlindeki Firavun’a gitmesi bildirilmektedir. Çünkü kibirli Firavun öylesine azmıştır ki, kendini ilâh, [Rabb]çevresindekileri de kulları olarak görmektedir. Bu kıssanın anlatıldığı Şu’arâ Sûresi’nin 10-11. ve b,aşka yerdeki Âyetlerden anlaşıldığı üzere Mûsâ peygamber sadece Firavun’a değil aynı zamanda “zâlimler kavmine, Firavun’un kavmine” de gönderilmiştir.


Burada sadece Firavun’un zikredilmesi, onun kendi toplumunun doğru yoldan çıkışına liderlik etmesi, toplumunun da bu yoldan çıkışta ona karşı bir irade gösterememesi sebebiyledir:

38.Firavun da, “Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh bilmedim. Ey Haman, benim için çamur üzerine hemen ateş yak; tuğla imal et de Mûsâ’nın ilâhı hakkında bilgilenmem için bana bir kule yap. Ve şüphe yok ki o’nun yalancılardan biri olduğuna kesinlikle inanıyorum” dedi.(Kasas/ 38)


21-24.Sonra da Firavun, yalanladı ve karşı geldi. Sonra çabucak arka döndü. Sonra toplayıp seslendi de: “Ben, sizin en yüce Rabbinizim!” dedi. (Nâziât/ 21- 24)



36.Allah: “Ey Mûsâ! İstediğin sana verildi.” dedi.

21. Allah: “23. Sana en büyük alâmetlerimizden/göstergelerimizden göstermemiz için 21. tutun ona, korkma! Biz onu ilk yürüyüş yoluna geri çevireceğiz; o işleri yoluna koyacağız, sana sıkıntı verdirmeyeceğiz 22.Diğer bir alâmet; gösterge olmak üzere de gücünü/kanadına ekle, çirkinlik olmadan hiç kusursuz, mükemmelce çıkacaksın” dedi.


Bu Âyet gurubunda, verilen görevi yerine getirebilmek için Mûsâ peygamberin kendisine gerekli gördüğü ve Allah’tan talep ettiği maddî ve manevî unsûrlar yer almaktadır.

Bu talepler;

  • Göğsünün açılması,
  • İşinin kolaylaştırılması,
  • Dilindeki düğümün çözülmesi ve
  • Vezir olarak kendisine Hârûn’un verilmesidir.


GÖĞSÜNÜN AÇILMASI:
İnşirah Sûresi’nin tahlilinde de belirttiğimiz gibi, göğsün açılması “ferahlık, rahatlık, metanet ve cesaret sahibi olmak” anlamına gelmektedir.


Mûsâ peygamber de, malını mülkünü terk edip ehlinden ayrı olarak yapacağı bu görevin kendisine doğuracağı sıkıntıları, göğüs darlığını tahmin ettiği için Rabbinden bu talepte bulunmuştur.


DİLİNDEKİ DÜĞÜMÜN ÇÖZÜLMESİ:
Elçilik görevini alan bir kişinin Firavun ve saray adamlarını etkilemek için güzel konuşma yeteneğine sahip olması gerektiğini bilen Mûsâ peygamber, aynı zamanda bu yeteneğin kendisinde olmadığını da biliyordu:


51-53.Ve Firavun, toplumunun içinde seslendi: “Ey toplumum! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yahut ben, şu zavallının ta kendisi olan; nerede ise meramını anlatamayan kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem o’nun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar hâlinde melekler gelmeli değil miydi?” dedi.(Zühruf/ 51- 53)


33,34.Mûsâ dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz ben onlardan bir kişi öldürdüm, şimdi onların beni öldürmelerinden korkuyorum. Kardeşim Hârûn’u da benimle gönder; o, dil bakımından benden daha iyi, güzel ve etkilidir. O nedenle o’nu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkuyorum.” (Kasas/ 33–34)


Firavun ve kavmiyle olan konuşmalarına bakıldığında, Mûsâ peygamberin dilindeki bağın çözüldüğü anlaşılmaktadır. Zira söylemlerinin tümü gayet beliğdir. Bu güzellik, yedek güç olarak kendisine vezir verilen kardeşi Harun sayesinde oluşmaktadır. Bu konu A’raf suresinin tahlilinde “Yed-i Beyza” ifadesininin açıklamasında verilmiştir.


Mûsâ peygamberin dilindeki sorun, Kitab-ı Mukaddeste şöyle geçmektedir:

Mûsâ, “Aman, ya Rab!” dedi, “Ben kulun ne geçmişte, ne de benimle konuşmaya başladığından bu yana iyi bir konuşmacı oldum. Çünkü dili ağır, tutuk biriyim.”[11]


Fakat Talmut, Mûsâ peygamberin konuşmasındaki yetersizliği çok garip bir şekilde açıklamıştır:

Mûsâ, çocuk iken, Firavun’un sakalını tutup onu yoldu. Firavun da, onu öldürmeyi kafasına koyarak, “Elinde mülkümün ve kudretimin zail olacağı kimse budur” dedi. Bunun üzerin Asiye: “O, akıl edemeyen bir çocuktur. Bunun emaresi ise, senin ona hurma ve ateşi yaklaştırmanda” dedi. Sonra da, bu iki şey onun önüne konuldu; o, ateşi aldı ve ağzına koydu…[12]


Ne yazık ki, bu saçma hikâye birçok klâsik kaynakta sanki gerçekmiş gibi yer almıştır.


HÂRÛN’UN VEZİRLİĞİ:
Hârûn ile ilgili olarak, Mûsâ peygamberin kardeşi olmasından başka Kur’ân’da herhangi bir ayrıntı verilmemiştir.

Kitab-ı mokaddes, Hârûn’un büyük kardeş olduğunu söylemektedir:

Firavunla konuştuklarında Mûsâ seksen, Hârûn seksen üç yaşındaydı.[13]


Mûsâ peygamberin Hârûn’un vezirliğini istemesi, kendisi dağa gittiği sırada Hârûn’un da ehli arasında bulunduğunu düşündürmektedir. Çünkü Hârûn yanında olmasa, kendisi yıllardır Medyen’de bulunduğundan Hârûn’un sağ olduğunu bile bilemeyecek, dolayısıyla da onu vezir olarak isteyemeyecekti. Ayrıca Âyette geçen ehli sözcüğünün, aile efradı yanında kan bağı yakınlıklarını ve sıhrî yakınlıkları da kapsaması, Hârûn’un da orada bulunduğunu desteklemektedir.


الوزير- VEZîR:
Vezîr sözcüğünün anlamı, türediği sözcüğe göre şu şekillerde açıklanabilir:


  • Eğer وزر - vizr = yük kökünden türediği kabul edilirse, “yük çeken” anlamına gelir. Zaten vezirler de krallara yardımcı olmak sûretiyle onun yükünü çeken kimselerdir.
  • Eğer Kıyâmet Sûresi’nin 11. Âyetinde geçen وَزَرَ - vezer = sığınak sözcüğünden türediği kabul edilirse, “kendisiyle korunulan dağ” anlamına gelir. Zaten vezirler de bir bakıma kendilerine başvurulan, danışılan, sığınılan kimselerdir.


Bu Âyet grubundaki olaylar Kasas Sûresinde şöyle anlatılmıştır:


30-32.Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vâdinin sağ tarafından, bir ağaçtan seslenildi: “Ey Mûsâ! Hiç şüphesiz ki Ben, âlemlerin Rabbi Allah’ın ta kendisiyim! Ve birikimini ortaya at! –Birikimini sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görünce de dönüp arkasına bakmadan kaçtı.– Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Koynundaki gücünü devreye sok, kusursuz, mükemmelce çıkacaksın. Korkudan kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir toplum olmuşlardır.”
33,34.Mûsâ dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz ben onlardan bir kişi öldürdüm, şimdi onların beni öldürmelerinden korkuyorum. Kardeşim Hârûn’u da benimle gönder; o, dil bakımından benden daha iyi, güzel ve etkilidir. O nedenle o’nu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkuyorum.”
35.Allah dedi ki: “Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve ikiniz için bir güç, iktidar oluşturacağız. Sonra da onlar alâmetlerimiz/göstergelerimiz sebebiyle size erişemeyecekler. Siz ikiniz ve ikinizi izleyenler üstün olanlarsınız.” (Kasas/ 30–35)


Otuz altıncı ayetteki “O [Allah] dedi: “Ey Mûsâ! İstediğin sana verildi.” ifadesinden, Mûsâ peygamberin taleplerinin Allah tarafından kabul edildiği anlaşılmaktadır. Yani Mûsâ peygamberin göğsü açılacak, işi kolaylaştırılacak, dilindeki bağ çözülecek ve kardeşi Hârûn da veziri olacaktır. Kısacası, görevinde başarılı olması için Mûsâ peygamberin gerekli gördüğü maddî ve manevî imkânların tümü kendisine verilmiştir.



SİYRET

Ta Ha21 Allah: “23Sana en büyük alâmetlerimizden/göstergelerimizden göstermemiz için 21.tutun ona, korkma! Biz onu ilk yürüyüş yoluna geri çevireceğiz; o işleri yoluna koyacağız, sana sıkıntı verdirmeyeceğiz. 22.Diğer bir alâmet; gösterge olmak üzere de gücünü/kanadına ekle, çirkinlik olmadan hiç kusursuz, mükemmelce çıkacaksın” dedi.


سيرةSiyret” sözcüğü, “gece/ gündüz yürümek” anlamındaki “ س ى رsyr” kökünden gelir. İsm-ün Nev’i kalıbında olup “yürüyüş, yürüyüş yolu” demektir. Bu sözcük, “Vali halkının içinde güzel bir yürüyüşle ( سيرة حسنةsiyreten haseneten) yürüdü” deyiminden gelir. (TAC- LİSAN)


Bu ifade, valinin halkın işlerini yoluna koyduğundan, halkın problemlerinin çözüldüğünden kinayedir. Sözcüğün “seyr” ve “Mesire” kalıpları Türkçemize de aynen geçmiştir.


س ى ر s y r” kökünden türemiş farklı sözcükler Kur’an’da yirmi yedi kez yer alır. “سيرةSiyret” formuyla Kur’an’da sadece bir kez Ta Ha/21. âyette yer alır.


Ta Ha/21’deki “سنعيدها سيرتها الاولى senüıyduha siyretehal ula (Biz onları ilk yürüyüş yoluna geri çevireceğiz)” ifadesi de Musa’nın sayıp döktüğü problemlerin, Bizzat Allah tarafından çözüleceğinin, o işlerin Allah tarafından yoluna koyulacağının bildirimidir. Musa’nın güvencede olacağının teminatıdır. Tıpkı Rasülüllah’a Maide/ 67’de “Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Ve eğer bunu yapmazsan, o zaman O'nun verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler toplumuna kılavuzluk etmez” şeklinde verilen teminata benzemektedir.


Ayette açıkça Musa’ya “Sen o hayat veren vahye tutun, korkma, Biz o işleri yoluna koyacağız, senin o problemlerini çözeceğiz, sana sıkıntı verdirmeyeceğiz, her şey güllük gülistanlık olacak” denilmektedir.


Nitekim Musa Bizzat Allah tarafından kendisine verilen bu güvence sayesinde Mısır’a döndüğünde hiç problem yaşamadı, korktuklarının hiçbiri başına gelmedi, işleri yolunda gitti. Gayet güzel bir ortamda çalışmalarını sürdürdü.
Kadim lügatlerde “ سيرةsiyret” sözcüğüne “ هيئةhey’et (şekil)” anlamının verildiği; nedenin de bu ayete geleneksel anlamına yönelik “elindeki yılanı ilk şekli olan odundan asaya dönüştüreceğiz” anlamını sağlamak olduğu bildirilmektedir. Oysa Arap dilinde, sağlanmak istenileni destekleyen “ سيرةsiyret” sözcüğünün هيئةhey’et (şekil)” anlamında kullanıldığını gösteren başka bir örneği daha bulunmamaktadır. Böyle bir anlam verilmesi, kesinlikle akıl ve kural dışıdır.


37.Ve andolsun Biz, sana diğer bir defa daha iyilik yapmıştık: “38.Hani bir vakit vahyolunan şeyleri annene vahyetmiştik, ‘39.Mûsâ’yı sandık içine koy da bol suya/nehre bırak, sonra da bol su/nehir o’nu sahile atsın. Onu Bana düşman olan ve o’na düşman olan birisi alsın.’ Ve Ben tarafımdan senin üzerine bir muhabbet bıraktım ve Benim gözetimim altında yetiştirilmen için, 40.hani kız kardeşin yürüyordu da ‘Sizi o’nun bakımını üstlenecek birine götüreyim mi?’ diyordu. Böylece gözü aydın olsun ve kederlenmesin diye seni annene geri döndürdük. Ve sen, bir can öldürmüştün de seni gamdan kurtarmıştık. Ve Biz seni potada eritip saflaştırdıkça saflaştırdık/seni olgunlaştırdık. Bir de yıllarca Medyen halkı içinde kaldın. Sonra bir ölçü; plan üzerine geldin, ey Mûsâ!

41.Ve Ben, seni Kendim için yetiştirdim.

***

42.Sen ve kardeşin alâmetlerim/ göstergelerim ile gidin ve Beni anmakta gevşeklik etmeyin.

43.Her ikiniz gidin Firavun’a. Şüphesiz o azdı. 44.Sonra ona öğüt alması ve saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürpermesi için yumuşak söz söyleyin.”


Mûsâ peygambere geçmişine yönelik hatırlatmalarda bulunulan bu Âyetlerdeki özet olaylar, Kasas Sûresinde ayrıntılı olarak anlatılmıştır:3Biz, iman edecek bir toplum için Mûsâ ve Firavun’un önemli haberlerinden bir kısmını sana hak ile okuyoruz/takip ettiriyoruz.


4.Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiriyor, kızlarını da sağ bırakıyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi.
5.Biz ise istiyoruz ki, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere armağan verelim, onları önderler yapalım ve onları mirasçılar yapalım. 6Ve onları yeryüzünde sağlamca yerleştirelim, Firavun, Haman ve bu ikisinin askerlerine, onlardan çekinmekte oldukları şeyleri gösterelim.
7.Ve Biz Mûsâ’nın anasına vahyettik: “Onu emzir. Eğer o’nun için korkarsan o’nu nehre bırakıver, korkma ve üzülme. Şüphesiz Biz o’nu sana döndüreceğiz ve kendisini elçilerden biri yapacağız.”
8.Sonra da Firavun ailesi o’nu, kendileri için bir düşman ve üzüntü olmak üzere “buluntu” olarak aldı. Şüphesiz Firavun, Haman ve bu ikisinin askerleri hata edenler idiler.
9.Ve Firavun’un karısı: “Benim ve senin için göz aydınlığı! Onu katletmeyin; Musa’yı diğer israiloğulları çocukları gibi niteliksiz; eğitimsiz- öğretimsiz, mesleksiz bırakmayın”, belki bize bir yararı dokunur, ya da o’nu evlat ediniriz” dedi. Ve onlar, işin farkında olmuyorlar.
10Mûsâ’nın anasının yüreği bomboş sabahladı. –Eğer Biz, inananlardan olması için onun kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse o’nu açığa vuracaktı.– 11Ve Mûsâ’nın annesi Mûsâ’nın kız kardeşine, “Onun izini takip et” dedi. O da hemen, onlar farkına varmazken uzaktan o’nu gözetledi.
12Ve Biz daha önce, o’na sütanalarını haram ettik. Bunun üzerine Mûsâ’nın kız kardeşi, “Size, o’nun bakımını sizin adınıza üstlenecek ve o’na öğüt verip eğitecek bir aile göstereyim mi?” dedi.
13Böylelikle Biz o’nu, gözü aydın olsun, gam çekmesin ve Allah’ın verdiği sözün gerçek olduğunu bilsin diye annesine geri verdik. –Velâkin onların pek çoğu bilmezler.–
14Ve Mûsâ yiğitlik çağına girip oturaklaşınca, Biz o’na yasa ve bilgi verdik. Ve Biz güzel davrananları işte böyle karşılıklandırırız.
15Ve Mûsâ, şehir halkının habersiz olduğu bir anda şehre girdi. Sonra orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından, birbirlerini öldürmeye çalışan iki adam buldu. Sonra kendi tarafı olan, düşmana karşı Mûsâ’dan yardım diledi. Mûsâ da ötekine hemen bir yumruk indirdi, o da hemen ölüverdi. Mûsâ, “Bu, şeytanın işindendir, şüphesiz o, saptırıcı, apaçık bir düşmandır” dedi.
16Mûsâ, “Rabbim! Şüphesiz kendime haksızlık ettim. Artık beni bağışla!” dedi de Allah o’nu bağışladı. Şüphesiz O, çok bağışlayıcının, çok merhamet edicinin ta kendisidir.
17Mûsâ, “Rabbim! Bana nimet olarak verdiğin şeylere andolsun ki artık hiçbir zaman suçlulara arka olmayacağım” dedi.
18Sonra da Mûsâ, şehirde korku içinde, etrafı kontrol ederek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse, feryat ederek o’ndan yardım istiyor. Mûsâ ona: “Şüphesiz sen, apaçık bir azgınsın!” dedi.
19Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam; “Ey Mûsâ! Dün bir kişiyi öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? Sen sadece yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun ve sen düzelticilerden olmak istemiyorsun” dedi.
20Ve şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi. Dedi ki: “Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için senin hakkında görüşme yapıyorlar. Derhal çık! Şüphesiz ki ben öğüt verenlerdenim.”
21Sonra da Mûsâ korka korka, kontrol ederek oradan çıktı. “Rabbim! Beni şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar toplumundan kurtar!” dedi.(Kasas/ 3–21)


MÛSÂ’NIN ANNESİNE VAHYEDİLMESİ:

Mûsâ peygamberin annesine vahyedilmesi, ona ilham edilmesi, onun içine doğmasının sağlanması anlamındadır. Vahiy sözcüğünün Kur’ân’da hangi anlamlarda kullanıldığı geniş olarak Necm Sûresi’nin tahlilinde açıklanmıştı. Bu sebeple burada sözcüğün 38. Âyetteki ile aynı anlamda kullanıldığı Âyetlerden birkaçını örnek vermekle yetiniyoruz:
68,69Ve Rabbin bal arısına dağlarda, ağaçlarda ve yapacakları çardaklarda evler/ yuvalar edinmesini, sonra ‘Meyvelerin hepsinden ye de, Rabbinin kolaylaştırdığı yollara gir’ diye vahyetti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir içecek çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz ki bunda iyiden iyiye düşünen bir toplum için, kesinlikle bir alâmet/gösterge vardır. (Nahl/ 68)


111Ve hani havarilere: “Bana ve Elçime inanın” diye vahyetmiştim. Onlar, “İnandık!” ve “Bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza tanık ol” demişlerdi.(Mâide/ 111)


12Böylece Allah, onları iki evrede yedi gök olmak üzere gerçekleştirdi ve her göğün kendi işini içine yükledi. Biz en yakın göğü kandillerle ve korumayla süsledik. İşte bu, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, çok iyi bilenin ayarlamasıdır. (Fussılet/ 12)


FİTNELENDİRDİKÇE FİTNELENDİRMEK:
40. Âyette geçen Ve Biz seni fitnelendirdikçe fitnelendirdik ifadesinin anlamı, “Biz seni nice badirelerden geçirdik, seni eğittik, cürufunu temizleyip saf hâle getirdik” demektir. Buradan da Mûsâ peygamberin uzun süre eğitildikten sonra peygamber yapıldığı anlaşılmaktadır.

Fitne sözcüğü ile ilgili geniş açıklama için Sâd Sûresi’nde verilmiştir.

Kur’ân’da İbrâhîm peygamberin de aynı yollardan geçirildiği bildirilmiştir:

124Ve hani Rabbi İbrâhîm’i, birtakım kelimeler/ yaralar, sıkıntılar ile sınamış, o da onları tam olarak yerine getirmişti. Rabbi, “Ben, seni insanlara önder yapanım” demişti. İbrâhîm, “Soyumdan da önderler yap!” dedi. Rabbi, “Benim ahdim/ tutulmak üzere verdiğim söz, kendi benliğine haksızlık eden kimselere ulaşmaz!” dedi.(Bakara/ 124)


41. Âyette geçen اصطناع - istınâ’ sözcüğü, صنع - sun’ mastarından “İftial” kalıbı üzerine olup “bir sanat edinmek ve bir sanayi mamulü yapmak” anlamına gelir. Buna göre, aynı Âyette

Rabbimizin Mûsâ peygambere yönelik olarak kullandığı, Seni kendim için yetiştirdim ifadesi iki şekilde açıklanabilir:

1- Rabbimiz, topluma göndereceği elçiyi seçip onu doğumundan itibaren bir sanat eseri veya bir sınaî mamul yaparcasına -özel bir itina ile- yetiştirdiği için ona “Seni kendim için yetiştirdim” demiştir.

Bu noktada şu hususu tekrar hatırlatmakta yarar vardır: Yüce Allah’ın toplumlara elçi ve kitap göndermesi, insanlara rahmeti ve hidâyeti kendi üzerine borç yazması sebebiyledir.


Tıpkı yarattıklarını rızıklandırması gibi, elçi göndermesi ve kitap indirmesi de rahmeti ve hidâyeti kendi üzerine almasındandır:

12De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kim içindir?” De ki: “Allah içindir.” Allah, rahmeti Kendi zâtı üzerine yazmıştır. Sizi kesinlikle, kendisinde asla şüphe olmayan kıyâmet gününe toplayacaktır. Kendi kendilerini zarara sokan kimseler, işte onlar iman etmezler. (En’âm/ 12)


54Ve âyetlerimize inanan kimseler sana geldikleri zaman hemen: “Selâm olsun size! Rabbiniz rahmeti Kendi üzerine yazdı. Şüphesiz sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tevbe eder ve düzeltirse; şüphesiz ki Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir” de! (En’âm/ 54)


12Doğruya ve güzele kılavuzlamak sadece Bizim üzerimizedir. 13Sonrası da öncesi de sadece Bizimdir. (Leyl/ 12)


9Yolun doğrusu yalnızca Allah’a borçtur. Yolun eğrisi de vardır. Ve eğer Allah dileseydi, sizi topluca doğru yola kılavuzlardı.(Nahl/ 9)


2- Rabbimizin buradaki Seni kendim için yetiştirdim ifadesi, “Ben seni sırf Benim işimi yapasın diye yetiştirdim” anlamına da gelebilir. Buradan da elçi seçilmiş kişinin özel bir işinin olamayacağı, elçilik görevi alanın bütün diğer işleri bırakması gerektiği anlaşılır. Nitekim aynı anlam yukarıdaki hemen nalınlarını çıkar ifadesinde de mevcuttur.


42-44. ayetlerdeki “ Sen ve kardeşin Âyetlerim ile gidin ve Beni anmakta gevşeklik etmeyin. Her ikiniz gidin Firavuna. O gerçekten azdı. Sonra öğüt alması ve haşyet duyması için ona yumuşak söz söyleyin.”” İfadeleriyle Mûsâ peygambere ve kardeşi Hârûn’a beraberce Firavun’a gitmeleri, görevlerinde gevşeklik göstermemeleri emredilmekte, bu emri yerine getirirlerken de yumuşak ve tatlı bir dil kullanmaları tembih edilmektedir.


YUMUŞAK SÖZ SÖYLEMEK:

Rabbimiz, bildirdiği bu tebliğ metoduna uygun olarak Mûsâ peygamberin nasıl konuşması gerektiğini Nâziât Sûresinde örneklendirmiştir:

18,19Sonra de ki: “Arınmaya var mısın? Ve de seni Rabbine kılavuzlayayım da O’na saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyasın!” (Nâziât/ 18, 19)


Aslında yumuşak davranma ve güzel söz söyleme, Rabbimizin herkese önerdiği bir davranış tarzıdır:

83Ve hani Biz, İsrâîloğulları’nın ‘kesin söz’ünü almıştık: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzelliği söyleyiniz, salâtı ikame ediniz [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturunuz-ayakta tutunuz] ve zekâtı/vergiyi veriniz.” Sonra çok azınız müstesnâ olmak üzere yüz çevirdiniz. Ve siz yüz çeviren kimselersiniz. (Bakara/ 83)


159İşte sen, sırf Allah’ın rahmeti sebebiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için bağışlanma dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah’a işin sonucunu havale et. Şüphesiz Allah, işin sonucunu Kendisine havale edenleri sever.(Âl-i İmrân/ 159)


125Rabbinin yoluna, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Şüphesiz Rabbin Kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, kılavuzlandıkları doğru yolda olanları da en iyi bilendir.(Nahl/ 125)


FİRAVUN’UN DA HAŞYET DUYABİLECEĞİ:
44. Âyetin sonundaki öğüt alması ve haşyet duyması için ifadesi, Mûsâ peygamberin hangi düşünce ile Firavun’a yaklaşması gerektiğini bildirmektedir. Bu, “Firavun’un nasihat dinleyeceğini yahut Allah’tan korkacağını umarak yumuşak konuşun” demektir. Bilindiği gibi, kullar ne kadar tuğyan ederse etsin, Allah elçi göndermeden o azgınlara azap etmemektedir. Rabbimiz, bu ilkesinin gereği olarak toplumunu temsilen Firavun’a da elçi göndermiş, hesap günü bir mazeret ileri sürememesi için de ona sanki öğüt alacakmış gibi nezaketle davranılmasını buyurmuştur.



45.Mûsâ ile Hârûn: “Rabbimiz! Onun bizim aleyhimize aşırı gitmesinden veya azgınlığından korkarız” dediler.


Görüldüğü gibi, görevi alan her iki elçi de başlarına kötü şeylerin gelmesinden, Firavun’un kendilerini işkence veya ölümle cezalandırmasından korkmuşlardır.


46.Allah: “Korkmayınız, şüphesiz Ben ikinizle beraberim, işitirim ve görürüm. 47.Hemen ona gidin de ona; ‘Şüphesiz biz Rabbinin iki elçisiyiz. Artık İsrâîloğulları’nı bizimle gönder ve onlara azap etme; kesinlikle biz sana Rabbinden bir alâmet/gösterge ile geldik. Selâm kılavuza uyanlaradır. 48.Şüphesiz biz; kesinlikle bize, kesinlikle azabın yalanlayana ve sırt çevirene olduğu vahyedildi’ deyiniz.” 46.dedi


Dikkat edilirse, bu Âyetlerin içeriği kıssanın A’râf Sûresindeki anlatımında yoktur.


46. Âyette Rabbimiz korkuya kapılan elçilerine hiç korkmamalarını, her şeyi işiten ve gören olarak daima onlarla beraber olacağını bildirmiştir. Bu himaye Kasas Sûresinde de açıklanmıştır:

35Allah dedi ki: “Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve ikiniz için bir güç, iktidar oluşturacağız. Sonra da onlar alâmetlerimiz/göstergelerimiz sebebiyle size erişemeyecekler. Siz ikiniz ve ikinizi izleyenler üstün olanlarsınız.” (Kasas/ 35)


Mûsâ peygamberin başlangıçtan buraya kadar olan hikâyesi, Tevrât’ta bir hayli ilginç ayrıntılarla yer almaktadır. Bir karşılaştırma yapılması için bu konunun Kitab’ı Mukaddes’in Çıkış/1, 2, 3, 4. Bablarından okunmasını öneririz.


Firavun’a götürülecek mesajı içeren 47–48. Âyetler aynı zamanda tüm insanlığa da genel bir uyarıda bulunmaktadır:

“Kılavuza uyanlar esenlik ve mutluluk içinde, kılavuzu yalanlayan, ondan yüz çevirenler ise azap ve sıkıntı içinde olacaklardır.” Bu uyarı, ilk elçiden son elçiye kadar tüm peygamberlerin yaptığı bir uyarıdır:


14-16İşte bu nedenle, yalanlayan, yüz çeviren, en çok mutsuz olacak olan kişiden başkasının girmediği, alevlendikçe alevlenen bir ateşe karşı Ben sizi uyardım. (Leyl/ 14–16)


31Fakat o, ne onayladı, ne destekledi. 32Fakat o, yalanladı ve geri durdu. 33Sonra da gerine gerine yakınlarına gitti.
34,35Yıkım çok yakın sana, hem de çok yakın! Yine, yıkım çok yakın sana, hem de çok yakın! (Kıyâmet/ 31–35)


Dikkat edilirse Firavun’a yollanan mesajda kendisinden İsrâîloğullarına azap etmemesi istenmektedir. Firavun’un İsrâîloğullarına yaptığı eziyet Kur’ân’da değişik yerlerde açıklanmıştır:

141Hani bir zaman Biz, size azabın kötüsünü yapan; oğullarınızı öldüren; oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştirien, kızlarınızı sağ bırakan Firavun ailesinin elinden de sizi kurtarmıştık. Bunda da sizin için Rabbiniz tarafından büyük sınav vardır. (A’râf/ 141)


6,7Ve hani Mûsâ toplumuna demişti ki: “Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani O, sizi işkencenin kötüsüne çarptıran, oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştirien ve kadınlarınızı sağ bırakan Firavun ailesinden kurtardı. Ve işte bunda Rabbinizden size çok büyük yıpranarak bir sınav vermek vardır. Ve hani Rabbiniz ilan etmişti:“Andolsun ki şükrederseniz elbette size artırırım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok çetindir.”(İbrâhîm/ 6, 7)


49Ve hani Biz, bir zaman sizi, sizi azabın en kötüsüne çarptıran, oğullarınızı boğazlayan; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştirien, kadınlarınızı sağ bırakan Firavun’un yakınlarından kurtarmıştık. –Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir bela vardı.– (Bakara/ 49)


Bu eziyetler Kitab-ı Mukaddes’in Çıkış/ 1: 8-22. Cümlelerinde yer almaktadır.



49.Firavun: “Öyleyse sizin Rabbiniz kimdir ey Mûsâ?” dedi.

50.Mûsâ: “Bizim Rabbimiz her şeye varlık ve özelliklerini veren, sonra yol gösterendir” dedi.

51.Firavun: “Öyleyse ilk asırların durumu nedir?” dedi.

52.Mûsâ: “Onların bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim yanlış yapmaz ve unutmaz/terk etmez. 53.O, yeryüzünü sizin için bir döşek yapan, oradan sizin için yollar açan ve gökten bir su indirendir” 52.dedi. –İşte Biz, o su ile türlü türlü bitkilerden çiftler çıkardık. 54.Yiyiniz ve hayvanlarınızı otlatınız. Şüphesiz akıl sahipleri için bunda nice alâmetler/göstergeler vardır! 55.Biz sizi yeryüzünden oluşturduk, sizi ona döndüreceğiz ve sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.–


Yukarıdaki Âyetlerde görüldüğü gibi Mûsâ peygamber Rabbinin mesajını Firavun’a tebliğ etmiş ve aralarında başlayan diyalogda Firavun ilk olarak Mûsâ peygamberden, biraz da hayretle, onun Rabbi hakkında bilgi istemiştir.


Firavun’un inancıyla ilgili olarak A’raf Sûresinin 127. Âyetinin tahlilinde geniş açıklama yapılmıştı.


Mûsâ peygamber ile Firavun arasındaki konuşmanın bu pasajdaki bölümü Şu’arâ Sûresinde şöyle geçmektedir:

24Mûsâ: “Eğer yakinen bilmiş olsanız, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir.”
25Firavun, yanı başında bulunanlara “İşitmiyor musunuz?” dedi.
26Mûsâ: “O, sizin Rabbiniz ve daha önceki atalarınızın da Rabbidir” dedi.
27Firavun: “Size gönderilen bu elçiniz kesinlikle gizli güçlerce desteklenen/delinin biridir” dedi.
28Mûsâ: “Şâyet aklınızı kullansanız, O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir” dedi. (Şu’arâ/ 24–28)


53. Âyetin son kısmından itibaren Mûsâ peygamberle Firavun’un konuşması bitmiş ve Rabbimiz burada tüm insanlığa yönelik bir mesaj vermiştir.


Rabbimizin bu mesaj içinde geçen sıfatları Kur’ân’da değişik sûrelerde yer almıştır:

6,7Biz yeryüzünü bir beşik, dağları da birer direk yapmadık mı? (Nebe/ 6)


19,20Ve Allah sizin için yeryüzünü, yeryüzünden geniş geniş yollarda gidesiniz diye bir yaygı kılmıştır.”Nûh/ 19–20)
10O Allah ki, yeryüzünü sizin için bir beşik yaptı. Orada kılavuzlandığınız doğru yolda gidesiniz diye birtakım yollar da yaptı.(Zuhruf/ 10)


21,22Ey insanlar! Allah’ın koruması altına giresiniz diye, sizi ve sizden öncekileri oluşturan, yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yapan, gökten su indirip de onunla sizin için rızık olarak ürünlerden çıkaran Rabbinize kulluk edin. Artık siz de, bile bile Allah’a ortaklar koşmayın.(Bakara/ 21, 22)


164Şüphesiz ki göklerin ve yerin oluşturuluşunda, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde,
insanlara yarayan şeylerle denizde akıp giden gemide,
Allah’ın semadan bir su indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde,
yeryüzünde her deprenen canlılardan yaymasında,
rüzgârları evirip çevirmesinde,
gök ile yeryüzü arasında emre hazır olan bulutta, şüphesiz akıllarını çalıştıran bir toplum için elbette alâmetler/göstergeler vardır. (Bakara/ 164)


99Ve Allah, gökten suyu indirendir. Böylece Biz onunla her şeyin bitkilerini çıkardık. Ondan da birbirine benzeyen ve birbirine benzemeyen birbiri üzerine binmiş taneler; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımları, üzümden bağları, zeytini ve narı çıkarıyoruz. Bunlar meyvelendikleri zaman meyvelerine ve olgunlaşmasına bakın! İşte bunlarda kesinlikle inanan bir toplum için alâmetler/göstergeler vardır.(En’âm/ 99)


30Ve şu kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmişolan şu kimseler, gökler ve yer bitişik bir hâlde idi de Bizim o ikisini ayırdığımızı ve hayatı olan her şeyi sudan oluşturduğumuzu görmediler mi? Buna rağmen hâlâ inanmıyorlar mı? (Enbiyâ/ 31)


Ve Fâtır/ 27, Neml/ 60, Ra’d/ 2- 4.


49. Âyetten anlaşıldığına göre, o esnada iki elçi de orada olmasına rağmen Firavun Mûsâ peygambere hitap etmiştir. Bunu iki ihtimalle açıklamak mümkündür:1) Firavun, asıl elçinin Mûsâ peygamber olduğunu anlamış ve ona yönelip hitap etmiştir.


2) Firavun, Mûsâ peygamberin dilinin tutuk olduğunu bildiği için, onu aşağılayabilmek amacıyla ona hitap etmiştir. Nitekim bir ara bunu malzeme de yapmıştır:


51-53Ve Firavun, toplumunun içinde seslendi: “Ey toplumum! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yahut ben, şu zavallının ta kendisi olan; nerede ise meramını anlatamayan kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem o’nun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar hâlinde melekler gelmeli değil miydi?” dedi. (Zuhruf/ 51- 53)



56. Ve andolsun ki Biz, Firavun’a alâmetlerimizi/göstergelerimizi; hepsini gösterdik de o yalanladı ve dayattı.


Rabbimizin Firavun’a yönelik bir açıklamasının yer aldığı bu Âyette, Firavun’un tüm göstergeleri görmesine rağmen yalanlayıp dayattığı bildirilmektedir. Firavun’un bu davranışı, bize göre, iktidarını kaybetme korkusundan kaynaklanmaktadır.


Ama Firavun, yalanlayıp dayatmasına karşılık bu göstergelere tam bir kanaat getirmiştir:

14Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!– (Neml/ 14)



57,58.Firavun: “Ey Mûsâ! Sen etkili bilginle bizi topraklarımızdan çıkarmak için mi geldin bize? O hâlde biz de senin etkili bilgin gibi bir etkili bilgi ile sana geleceğiz. Şimdi bizimle senin aranda bir buluşma zamanı/yeri belirle ki; bizim ve senin karşı çıkmayacağımız düz ve geniş bir yer olsun” dedi.

59.Mûsâ: “Sizinle buluşma zamanı, tören, şenlik günü ve insanların toplanacağı kuşluk vaktidir” dedi.

60.Bunun üzerine Firavun sırt çevirdi de düzenlerini-planlarını topladı, sonra geldi.


Firavun, Mûsâ peygamberin getirdiği mu’cizelerin gerçek mu’cize olduğuna kanaat getirmesine rağmen bu mu’cizeleri sihir saymış ve bu mu’cizelerle sarayda oluşturduğu etkiyi silmek ve davetini halk önünde fiyasko ile neticelendirmek iin Mûsâ Peygambere meydan okumuştur. Aslında bu meydan okuma Firavun’un son çare olarak başvurduğu bir yoldur. Çünkü o gün için ülkesinde gerek Mısırlı, gerekse başka memleketlerden gelmiş yüzlerce sihirbaz vardır ve bu sihirbazların çeşitli göz boyama teknikleriyle bir asanın yılan gibi algılanmasını sağlayabileceklerini, hatta Mûsâ peygamberin getirdiği mu’cizeleri gölgede bırakabilecek maharetler sergileyebileceklerini ummaktadır. Ancak bu plânına rağmen kafası yine de karışıktır. Onun bu kafa karışıklığı, Mûsâ peygambere önce “Sen bir büyücüsün!” demesi ve sonra da “Sen sihrinle bizi arzımızdan [memleketimizden] çıkarmak istiyorsun” şeklinde Mûsâ peygamberi itham etmesinden anlaşılmaktadır. Zira Firavun da gayet iyi bilmektedir ki, sihirbazlar marifetlerini sadece hediye ve ödül almak için sergilemekte, sahip oldukları göz boyama hünerleriyle hiçbiri memleketi fethetmeye kalkmamaktadır. Zaten böyle bir girişime o güne -hatta bugüne- kadar rastlanmamıştır. Oysa Firavun hem Mûsâ peygamberi bir büyücü olarak görmekte, hem de bir büyücünün yapamayacağını bildiği hâlde onun iktidarı elinden alacağını düşünmektedir. Kafası karışık olmasına karışıktır ama çevresindekilere de kendinden emin olduğu imajını vermek zorundadır. Bu nedenle, sihirbazlarla karşılaşacağı günün tarihini ve yerini Mûsâ peygambere bırakmıştır. Mûsâ peygamber ise daha fazla kişinin toplanacağını düşünerek buluşma tarihi ve zamanını bir ziynet [tören, şenlik] gününün kuşluk vakti olarak belirlemiş, Firavun da bu buluşmaya icabet ederek oraya taraftarlarıyla birlikte gelmiştir.


Bize göre Firavun, başına gelecekleri anlamıştır. Çünkü Mûsâ peygamberin getirdikleri sihir değil, gerçek mu’cizelerdir. Ne var ki, bu mu’cizelerin sihir ile etkisiz hâle getirilebileceğini düşünmek de Firavun’un son çaresidir. İşin gerçeği aslında tam da Firavun’un korktuğu gibidir: Mûsâ’nın peygamber yapılış sebebi, Rabbimizin Mısır’da Firavun’un iktidarına son vermek istemesidir.


5Biz ise istiyoruz ki, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere armağan verelim, onları önderler yapalım ve onları mirasçılar yapalım. 6Ve onları yeryüzünde sağlamca yerleştirelim, Firavun, Haman ve bu ikisinin askerlerine, onlardan çekinmekte oldukları şeyleri gösterelim.Kasas/ 5)


Bu Âyet grubunda anlatılan olayların diğer Sûreler’deki anlatımları şöyledir:

109-112Firavun’un toplumundan ileri gelenler, “Kesinlikle bu çok bilgili büyüleyici, etkin bir bilgindir. O, sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor” dediler. Firavun, “O hâlde siz ne emredersiniz?” dedi. Onlar: “Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere de toplayıcılar gönder. Bütün çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginleri sana getirsinler” dediler.
113,114Ve o çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler Firavun’a geldiler: “Eğer galip gelen/ yenen biz olursak, gerçekten bizim için büyük bir ödül olacak/ olacak mı?” dediler. Firavun, “Evet” dedi, “siz kesinlikle yakınlaştırılmışlardan olacaksınız da.”(A’râf/ 109–114)


34,35Firavun, yanı başındaki ileri gelenlere: “Şüphesiz bu, kesinlikle çok bilgili bir etkin bilgin! Sizi etkin bilgisiyle topraklarınızdan çıkarmak istiyor. Şimdi ne buyurursunuz?” dedi.
36,37İleri gelenler dediler ki: “Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere de toplayıcılar gönder. Bütün büyük ve çok etkin bilginleri sana getirsinler.”
38Böylece, etkin bilginler belli bir günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi.
39İnsanlara da, “Siz toplanıyor musunuz?” denildi.
–“40Bizim etkin bilginlere uymamız için, kendilerinin galip gelen kimseler olmaları gerekir!”–
41Etkin bilginler geldiklerinde Firavun’a: “Şâyet biz üstün gelirsek, kesinlikle bize bir ücret var mı?” dediler.
42Firavun: “Evet, o takdirde siz, hiç şüphe yok ki, yakınlardan olacaksınız” dedi.
43Mûsâ onlara, “Ortaya koyun ne koyacaksanız!” dedi.
44Bunun üzerine onlar, birikimlerini, eski inanç ve tezlerini/çer-çöplerini; eften püften bilgilerini ortaya koydular ve “Firavun’un gücü hakkı için şüphesiz elbette bizler galip olanlarız” dediler.
45Sonra Mûsâ birikimini ortaya koydu; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuyor da yutuyor!
46-48Sonra etkin bilginler boyun eğip teslimiyet gösterenler olarak bırakıldılar:
“Biz, Âlemlerin Rabbine; Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine iman ettik” dediler.
49Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden O’na iman mı ettiniz? Şüphesiz ki o, elbette size sihri öğreten büyüğünüzdür! Peki, yakında bileceksiniz! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama/ardarda kestireceğim ve kesinlikle hepinizi astıracağım!”
50,51Etkin bilginler: “Zararı yok, şüphesiz biz Rabbimize dönenleriz. Biz mü’minlerin ilkleri olduğumuzdan dolayı, Rabbimizin bize mağfiret edeceğini; suçlarımızı bağışlayacağını umuyoruz” dediler.(Şu’arâ/ 34–51)


Kıssanın bu bölümü, ayrıca Yûnus Sûresi’nin 75–89. Âyetlerinde de yer almaktadır.



61.Mûsâ onlara dedi ki: “Yazıklar olsun size! Allah’a yalan uydurmayın. Sonra bir azap ile kökünüzü keser. Gerçekten, uyduran zarar etmiştir.”


Mûsâ peygamberin “karşılaşma“nın Allah ile olduğunu bildiren bu Âyetteki uyarısı hem buluşma yerinde toplanmış olan halka ve sihirbazlara hem de Firavun ve yakınlarına yöneliktir. Mûsâ peygamber bu sözlerle karşısında olan herkese akıllarını başlarına almaları için ikazda bulunmaktadır.



62.Bunun üzerine etkili bilginler aralarında işlerini tartıştılar ve “63,64.Bu ikisi kesinlikle etkili bilginlerdir; etkili bilgileriyle sizi topraklarınızdan çıkarmak ve de en iyi örnek yolumuzu yok etmek istiyorlar. Onun için bütün tuzaklarınızı bir araya getirin, sonra sıralar hâlinde gelin. Bugün üstün gelen kesinlikle zafer kazanmıştır” dedikleri şeklindeki fısıldaşmalarını gizli tuttular.


Bu Âyetlerden, Mûsâ peygamberin yapmış olduğu uyarıdan sonra Firavun ve adamlarının kafa kafaya verip istişare ettikleri anlaşılmaktadır. Sihirbazların başkalarınca duyulmayan bu konuşmada yaptıkları plânlar Rabbimiz tarafından bizlere ifşa edilmektedir.



65.Etkili bilginler: “Ey Mûsâ! Ya sen ortaya koyacaksın veyahut ilk ortaya koyan kişiler biz olalım” dediler.

66.Mûsâ: “Tam tersi, siz ortaya koyun” dedi. Bir de ne görürsün! Onların birikimleri, eski inançları ve tezleri/çer-çöpleri/eften püften bilgileri, yaptıkları sihirden/hünerli gösterimden ötürü gözünde büyüdü.67Bu yüzden Mûsâ, içinde bir korku hissetti.

68,69.Biz: “Korkma, şüphesiz sen; en üstün olan sensin: Sen sahibi olduğun birikimi ortaya koy; o, onların yapıp ürettiklerini yutsun dursun. Şüphesiz onların yaptıkları ancak bir göz boyayıcısı hilesidir. Göz boyayıp etkileyen kişi ise, her nereye giderse gitsin zafer kazanamaz, başarılı olamaz” dedik.

70.Sonunda bütün etkili bilginler, “Mûsâ ile Hârûn’un Rabbine iman ettik” demek sûretiyle boyunlarını uzatıp teslim olmuş durumda bırakıldılar.


Bu âyetlerde, Mûsâ ile Firavun’un bilginlerinin yaptığı müsabakaya ait sahneler yer almaktadır. Önce Firavun’un bilginleri iddia ve görüşlerini ortaya atmışlardır. Onların iddia ve görüşlerini büyük bir başarı ve yaldızlı ifadeler ile ortaya koymaları karşısında Mûsâ endişe duymuştur.


Sihir, “bir şeyi, göz boyayarak, el çabukluğu yaparak veya başka taktiklerle gerçeğinden başka bir şekilde göstermek” demek olup mutlaka göz boyama anlamında değildir. İyi bir anlatım, konferans için de, “Bizi büyüledi, hayran bıraktı” şeklinde ifade edilebilir.


Bu güzel sunum karşısında Mûsâ kendisinin tezlerini onlar gibi anlatamayacağı korkusuna kapılmıştır. Tâ-Hâ/66 ve Şu‘arâ/44′de Firavun’un bilginlerinin tezleri “ip ve değnek” olarak nitelenmiştir. Buradaki “ip ve deynek”, –bu konuyla ilgili âyetlerin de delâletiyle– Türkçe’deki “çer-çöp”, “ipsiz-sapsız, temelsiz-tutarsız” deyimlerine benzetilebilir. Burada anlatılmak istenen, Firavun’un bilginlerinin görüş ve tezlerinin değersiz, işe yaramaz olduğudur.


Halkın gözleri önünde yapılan karşılaşmada sihirbazlar Mûsâ peygamberin getirdiği göstergelerin gerçek olduğunu hemen anlamışlar ve iman etmişlerdir. Çünkü bu göstergelerin sihir olup olmadığını en iyi anlayacak olanlar, sihirbazların bizzat kendileriydi.


Kıssanın bu bölümü diğer Sûrelerde aşağıdaki gibi anlatılmıştır:

116Mûsâ: “Siz tezinizi ortaya atın” dedi. Onlar atınca da insanların gözlerini büyülediler ve onları korkuttular. Ve büyük bir etkin hüner gösterdiler.
117Biz de Mûsâ’ya, “Sen de birikimini ortaya atıver” diye vahyettik. Bir de ne görsünler, onların uydurup düzdükleri şeyleri süratle yakalayıp yutuyor. 118Böylece hak yerini buldu ve Firavun ve ileri gelenlerin bütün yaptıkları boşa gitti, işe yaramadı.
119Firavun ve ileri gelenler, artık orada mağlup oldular ve küçük düşmüş bir toplum olarak geri döndüler.
120-122Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler ise boyun eğip teslim olmuş kimseler hâlinde bırakıldılar. “Âlemlerin Rabbine; Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine iman ettik” dediler. (A’râf/ 116–122)


43Mûsâ onlara, “Ortaya koyun ne koyacaksanız!” dedi.
44Bunun üzerine onlar, birikimlerini, eski inanç ve tezlerini/çer-çöplerini; eften püften bilgilerini ortaya koydular ve “Firavun’un gücü hakkı için şüphesiz elbette bizler galip olanlarız” dediler.
45Sonra Mûsâ birikimini ortaya koydu; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuyor da yutuyor!
46-48Sonra etkin bilginler boyun eğip teslimiyet gösterenler olarak bırakıldılar: (Şu’arâ/ 43–48)


68. Âyetteki onların yaptıklarını yutacak ifadesi, mecazen sihirbazların; ileri derecede, usta bilginlerin yaptıkları sunumun etkisini bozacağı anlamına gelmektedir. Nitekim A’râf Sûresi’nin 117. ve Şu’arâ Sûresi’nin 45. Âyetleri bize göre mecazî bir anlama işaret etmektedir.


Karşılaşmanın sonunda sihirbazların hemen tevhidi kabul etmeleri, bu karşılaşmanın Mûsâ peygamberin becerilerinin denendiği bir karşılaşma değil de onun gerçekten Allah’ın elçisi olup olmadığını belirleyecek bir karşılaşma olduğunu sihirbazların bildiğini göstermektedir. Zaten Mûsâ peygamber de karşılaşma öncesinde bunun Allah ile yapılan bir karşılaşma olduğunu ilân etmiştir.


Mûsâ peygamberin getirdiğii mu’cizeleri sihirle alt ederek onun bir peygamber olmadığını ispatlamak için güçlerini birleştiren ve bütün hünerlerini ortaya koyan sihirbazlar, Musa peygamberin getirdiği göstergelerin sihir olmadığını anlayınca derhâl iman etmişlerdir. Firavun tarafından Mûsâ peygamberin sihirbazlar karşısındaki yenilgisini teşhir etmeyi umarak düzenlenmiş bu oyun, sonuçta sihirbazların imana geldiklerini söylemeleriyle bir anda Firavun’un aleyhine dönmüştür.



71.Firavun: “Ben size izin vermezden önce mi o’na iman ettiniz? Şüphesiz o, size etkili bilgi öğreten büyüğünüzdür. Andolsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama/arka arkaya keseceğim ve kesinlikle sizi hurma kütüklerine asacağım. Ve hangimizin azap bakımından daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu kesinlikle bileceksiniz” dedi.

72,73.Etkili bilginler: “Bize gelen bu açık kanıtlar ve bizi yoktan yaratana karşı asla seni üstün tutmayız. Ne hüküm vereceksen hadi ver! Sen, ancak bu iğreti dünya hayatına hükmedersin. Şüphesiz biz, hatalarımıza ve bizi etkili bilgiden zorladığın şeye karşı, bizi bağışlasın diye Rabbimize iman ettik. Ve Allah daha hayırlı ve daha kalıcıdır” dediler.


Firavun ile sihirbazlar arasındaki konuşmaları nakleden bu Âyetlerden, sihirbazların mu’cize ile sihir arasındaki farkı çok iyi kavradıkları anlaşılmaktadır. Çünkü sihirbazlar, kendi sihirlerini ortadan kaldıran mu’cizeyi görünce Mûsâ peygamberin kendilerinden daha becerikli bir sihirbaz olduğunu söylememişler, “Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine iman ettik!” demişlerdir. Firavun ise son ümidi olan sihirbazların bu çabuk teslimiyetlerini hazmedememiş ve onları çok vahşî bir işkence ile tehdit etmiştir.


Firavun’un bu tehditlerini gerçekleştirip gerçekleştirmediği Kur’ân’da bildirilmemiş olmasına karşılık, rivâyetlerde, tehdit edildikleri cezaların sihirbazlara aynen uygulandığı ileri sürülmüştür.


74- 76, 80, 81. Ayetler Musa kıssasından sonraya tertip edilmiştir:



77.Ve andolsun, Mûsâ’ya “Yetişilmekten korkmayarak ve saygıyla, sevgiyle ürpermeden/ Firavuna minnet duymadan kullarımı geceleyin yürüt de kendileri için bol suda/nehirde kuru bir yol aç!” diye vahyettik.

78.Firavun ordularıyla hemen onları takip etti de bol sudan/nehirden kendilerini kaplayan şey kaplayıverdi.

79.Ve Firavun toplumunu saptırdı ve doğru yolu göstermedi.


Bu âyetlerde, Mûsâ’ya, kavmini geceleri çalıştırarak suda/Nil nehrinde –haşyet duymadan ve yakalanma korkusu olmadan– kuru yollar oluşturmasının vahyedildiği, sonra da onları izleyen Firavun’un ordusuyla birlikte o nehirde boğulduğu nakledilmektedir.


Burada dikkat çeken nokta, bol suda/nehirde açılacak yolun gece yürüyüşü sayesinde gerçekleşeceğidir. Bununla Mûsâ’ya, “İnsanları geceleri çalıştırmak sûretiyle kimseye sezdirmeden, göze batmadan bu işi yavaş yavaş hallet” denmiş olmaktadır.


Kur’ân’daki ifadelerden anlaşıldığına göre bu olaylar, birkaç dakika veya saatte değil, uzun bir süreçte gerçekleşmiştir. Mûsâ peygamber Mısır’a döndüğünde toplumu içerisinde yıllarca faaliyet göstermiştir.


Kasas/14′teki, Ve Mûsâ yiğitlik çağına girip oturaklaşınca, Biz o’na hüküm ve ilim verdik ifadesi ve bu çağın da Ahkâf/15′te “kırk yaş” olarak belirtildiği dikkate alındığında, Muhammed gibi Mûsâ’nın da kırk yaşında peygamber olduğu anlaşılır.


Çıkış, 7:7′ye göre kavmini ve inananları Mısır’dan çıkarmak için Firavun’a başvurduğunda (ki bu, ilk başvurusu değildir) Mûsâ’nın yaşı, 80′dir. Demek oluyor ki Mûsâ’nın Medyen’den dönüşü ile Mısır’dan çıkışı arasında 40 sene vardır. Tesniye, 34:7′ye göre de Mûsâ 120 yaşında vefat etmiştir.


Âyetteki haşyet duymadan ifadesi, yaptıklarının Firavun’a hainlik olduğunu düşünmemesi yönünde bir ihtardır. Nitekim Şu‘arâ sûresi’nde Firavun Mûsâ’yı nankörlük ve hainlikle suçlamaktadır

O [Firavun], “Biz seni çocukken içimizde terbiye etmedik mi? Hayatından birçok yıllar içimizde kalmadın mı? Sonunda o yaptığın işi de yaptın. Sen inkârcılardan/nankörlerden birisin de…” dedi. (Şu‘arâ/18-19)


Mûsâ peygamber ile sihirbazların karşılaşmasından sonraki gelişmeler, bu üç Âyette özet olarak verilmiştir. Söz konusu olaylar başka Sûrelerde; ayrıntılarıyla anlatılmıştır:


127Firavun toplumundan ileri gelenler de, “Seni ve senin ilâhlarını/ seni ilâh edinmeyi terk etsinler de yeryüzünde kargaşa çıkarsınlar diye mi Mûsâ’yı ve toplumunu serbest bırakacaksın?” dediler. Firavun dedi ki: “Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve biz onlar üzerinde ezici bir güce sahip kimseleriz.”
128Mûsâ, toplumuna dedi ki: “Allah’ın yardımını isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı yapar. Mutlu son da Allah’ın koruması altına giren kimseler içindir.”
129Mûsâ’nın toplumu dediler ki: “Sen bize gelmeden önce de eziyet gördük, sen geldikten sonra da.” Mûsâ dedi ki: “Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı değişime, yıkıma uğratacak ve sizi yeryüzünde onların yerine geçirecektir. Böylece de sizin nasıl davranacağınıza bakacaktır.”
130Ve andolsun ki Biz, Firavun sülâlesini, düşünüp öğüt alsınlar diye senelerle kuraklıklarla/ senelerce kıtlık ve ürün noksanlığı ile yakaladık. 131Sonra kendilerine iyilik geldiği zaman, “İşte bu bize aittir” dediler. Eğer kendilerine bir kötülük gelirse, Mûsâ ile yanındakilerin uğursuzluğu olarak kabul ederler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındadır. Fakat onların çoğu bilmezler.
132Ve Firavun’un toplumu, “Sen bizi kendisiyle büyülemek için her ne alâmet/ gösterge getirsen de, biz sana inananlar değiliz” dediler.
133Biz de belirli aralıklarla âyetler olmak üzere üzerlerine tufanı, çekirgeleri, haşereleri, kurbağaları ve kanı gönderdik. Yine büyüklük tasladılar ve bir suçlular toplumu oldular.
134Ve ne zaman ki, bu azap üzerlerine çöktü: “Ey Mûsâ! Sana olan ahdi/ verdiği söz nedeniyle bizim için Rabbine dua et, eğer sen bizden bu cezayı kaldırırsan sana kesinlikle iman edeceğiz. Ve kesinlikle İsrâîloğulları’nı seninle birlikte göndereceğiz” dediler.
135Ne zaman ki, ulaşacakları belli bir süreye kadar onlardan cezayı kaldırdık, derhal sözlerinden cayıveriyorlar.
136Biz de, şüphesiz âyetlerimizi yalanladıkları ve onlardan gâfil olmaları nedeniyle onları cezalandırıp adaleti sağladık. Ve onları bol suda/ nehirde boğduk. 137.O zaafa uğratıla gelmiş/ güçsüzleştirilmiş olan toplumu da bereketlendirdiğimiz yerin her tarafına mirasçı yaptık. Ve böylece Rabbinin, İsrâîloğulları’na olan o pek güzel sözü, sabretmeleri nedeniyle yerine geldi. Biz de Firavun ile toplumunun yapageldikleri sınâî eserlerini ve yükseltmekte oldukları şeyleri yerlebir ettik.
138,139Ve İsrâîloğulları’nı bol sudan/ nehirden geçirdik. Derken kendilerine ait putlara tapmakta olan bir topluma rastladılar. Dediler ki: “Ey Mûsâ! Onların nasıl ki tanrıları varsa, sen de bizim için bir tanrı belirle!” Mûsâ dedi ki: “Siz gerçekten câhillik eden bir toplumsunuz. Şu gördüğünüz halkın içinde bulundukları din, yok olmaya mahkûmdur ve bütün yapmakta oldukları da bâtıldır.”(A’râf/ 127–139)


Ve Şu’arâ/ 52–68, Yûnus/ 83–92, Zuhruf/ 46–56 ve Duhân/ 17–24.


Yine bir karşılaştırma yapılması için, olayın Kitab-ı Mukaddes’in Çıkış/ 11-14. Bablarının okunmasını öneririz.


79. Âyetteki Ve Firavun kavmini saptırdı ve doğru yolu göstermedi ifadesi, Firavunun halkına karşı yaptığı bir konuşmaya işaret etmektedir ki bu konuşma Mü’min Sûresi’nin 29. Âyetinde bildirilmiştir:


28,29Ve Firavun ailesinden imanını saklayan bir babayiğit adam: “Bir adamı, Rabbim Allah dediği için öldürecek misiniz? Hâlbuki o, kesinlikle size Rabbinizden delillerle gelmiştir. Ve eğer o, bir yalancı ise bir bakarsın ki o’nun yalanı kendi aleyhine oluvermiştir. Ve eğer doğru ise size yaptığı tehditlerin bir kısmı size isabet eder. Şüphesiz Allah, aşırı giden bir yalancı kişiye kılavuz olmaz. Ey toplumum! Yeryüzünde açığa çıkmış olarak bugün yönetim sizindir. Peki, eğer gelecek olursa Allah’ın hışmından bizi kim yardım edip kurtarır?” dedi.
Firavun: “Ben size görüşümden başkasını göstermiyorum ve ben sadece size reşitliğin/akıllı olmanın yoluna kılavuzluk ediyorum” dedi.(Mü’min/ 29)


Görüldüğü gibi, Firavun kendi kavmine onları doğru yola kılavuzladığını söylemiştir ama işin sonunda onları saptırdığı ortaya çıkmıştır.


İsrâîloğulları’nın nil nehrinden geçirilmelerinden Tûr’un eteklerine gelmelerine kadar olan gelişmeler bu Sûrede anlatılmamıştır. Kıssanın bu bölümü A’râf Sûresinde de anlatılmıştı:

138,139Ve İsrâîloğulları’nı bol sudan/ nehirden geçirdik. Derken kendilerine ait putlara tapmakta olan bir topluma rastladılar. Dediler ki: “Ey Mûsâ! Onların nasıl ki tanrıları varsa, sen de bizim için bir tanrı belirle!” Mûsâ dedi ki: “Siz gerçekten câhillik eden bir toplumsunuz. Şu gördüğünüz halkın içinde bulundukları din, yok olmaya mahkûmdur ve bütün yapmakta oldukları da bâtıldır.”
140Mûsâ dedi ki: “O sizi âlemlere fazlalıklı kılmışken, ben size Allah’tan başka ilâh mı arayayım!”
141Hani bir zaman Biz, size azabın kötüsünü yapan; oğullarınızı öldüren, kızlarınızı sağ bırakan Firavun ailesinin elinden de sizi kurtarmıştık. Bunda da sizin için Rabbiniz tarafından büyük sınav vardır.
142Ve Mûsâ ile otuz geceye sözleştik ve süreyi bir on gece ile tamamladık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit tam kırk geceye tamamlandı. Ve Mûsâ, kardeşi Hârûn’a, “Toplumum içinde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yoluna uyma!” dedi.
143Ne zaman ki, Mûsâ, belirlediğimiz vakitte geldi ve Rabbi o’na söz söyledi. Mûsâ, “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de bakayım Sana!” dedi. Rabbi o’na dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Mûsâ da baygın olarak yere yığıldı. Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih ederim, Sana döndüm; tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim” dedi.
144Allah dedi ki: “Ey Mûsâ! Mesajlarımla ve kelâmımla seni insanlar üzerine seçtim. Şimdi sana verdiğimi al ve kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenlerden ol!”
145Ve Biz o’nun için o levhalarda her şeyden, bir nasihat ve her şey için bir ayrıntı yazdık. “Haydi, bunları kuvvetle al, toplumuna da en güzel şekilde almalarını emret. Yakında size o hak yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim. 146Yeryüzünde, bütün âyetleri görseler de onlara iman etmeyen, doğrunun yolunu görseler de o yolu tutup gitmeyen, eğer sapıklığın yolunu görürlerse onu yol edinen haksız yere büyüklük taslayan şu kimseleri, âyetlerimizden uzak tutacağım.” –Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil; duyarsız, ilgisiz olan kimseler oluşlarındandır.– 147Âyetlerimizi ve âhiretteki karşılaşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir. Onlar kendi yaptıklarından başka bir şey ile mi cezalandırılırlar?(A’râf/ 138–147)



83.Seni toplumundan daha çabuklaştıran nedir ey Mûsâ?

84.Mûsâ: “Onlar, benim izim-öğretim üzerinde olanlardır. Ben de Sen hoşnut olasın diye Sana acele ettim Rabbim” dedi.

85.Allah: “Şüphesiz işte, Biz senden sonra toplumunu imtihan ettik. Samirî de onları saptırdı” dedi.


Bu Âyetler aslında 79. Âyetin devamıdır. Yukarıda da söylediğimiz gibi, 80–82. Âyetler kıssanın anlatımına bir parantez olarak girmiştir. Bu parantezde, denizden geçirilen kavmini nimeti bol bir yere iskân eden ve Rabbi ile buluşma hevesiyle vahiy mahalli olan dağa giden Mûsâ peygamberin Allah ile olan konuşması anlatılmaktadır. Anlatılanlara göre, kavminin kendilerine verilen ilâhî öğretilerden vazgeçmeyeceğine güvenen Mûsâ peygamber, onları kardeşi Hârûn’a emanet ederek Rabbini hoşnut etmek için alelacele ilk vahyi aldığı yere gitmiş ama orada durumun hiç de kendi düşündüğü gibi olmadığını, Samirî’nin onları saptırdığını, onların da kendilerini ateşe attığını öğrenmiştir. İsrâîloğulları’nın kendilerini ateşe atması, Biz onları fitnelendirdik cümlesi ile ifade edilmiştir. Rabbimizin fitnelendirme fiilini kendisine nispet etmesi, “fitnelendirme” eyleminin yaratıcısı olması sebebiyledir. Yani İsrâîloğulları aslında kendi kendilerini ateşe atmışlar, ne olduklarını, içyüzlerini açığa vurmuşlardır.


SÂMİRÎ KİMDİR:

السّامرى - Sâmirî sözcüğü, tıpkı الامّى - ümmî = anakentli, مكّى - Mekkî = Mekkeli, الرّومى - rûmî = Romalı sözcükleri gibi Sâmirli demektir. Buna göre “Sâmir” ya bir ülkenin, ya bir kentin, ya da bir kavmin [oymağın] adıdır. Buna dair elimizde kesin bir bilgi bulunmamasına rağmen biz bu sözcüğün “Sümer” sözcüğünden bozulmuş olduğu kanaatine sahibiz. Sâmirî sözcüğü, Tevrât’ta “Sâmiriye” şeklinde geçmektedir:


Omri, Şemer adlı birinden Samiriye Tepesi’ni iki talant gümüşe satın alıp üstüne bir kent yaptırdı. Tepenin eski sahibi Şemer’in adından dolayı kente Sâmirîye adını verdi.[14] Sâmirî sözcüğünün “Sümer” sözcüğünden bozulmuş olduğu varsayımına dayanarak ve yukarıdaki Tevrât cümlesini dikkate alarak İsrâîloğulları’nı yoldan çıkaran Sâmirî hakkında şu yorumu yapmak mümkün olabilir: Sâmirî, İsrâîloğulları arasına karışmış olmasına rağmen, aslen Mezopotamya’dan Mısır’a göçmüş ve hâlâ asaletlerini koruyan Sümerli guruplara mensup birisidir.



86.Bunun üzerine Mûsâ öfkeli ve üzgün olarak hemen toplumuna geri döndü; “Ey toplumum! Rabbiniz size güzel bir vaat ile söz vermedi mi? Şimdi size bu uzun mu geldi, yoksa Rabbinizden size bir gazap inmesini mi arzu ettiniz de bana olan vaadinizden cayıverdiniz?” dedi.

87.Onlar dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden caymadık. Fakat biz o toplumun zînetlerinden birtakım ağırlıklar yüklenmiştik. Sonra onları fırlatıp attık. Sonra da işte böylece Samirî kafamıza soktu.”


86. Âyette, güvenerek arkasında bıraktığı kavminin yoldan çıktığını öğrenen ve öfke ile kavmine dönen Mûsâ peygamberin sitemi, 87. Âyette de Mûsâ peygamberin azarına karşılık suçu Sâmirî’nin üzerine atmak sûretiyle kavminin kendisini savunması anlatılmıştır. Hatırlanacak olursa, kıssanın bu bölümü A’râf Sûresinde bu ayrıntıda değildi:


150Ve Mûsâ, öfkeli ve üzüntülü olarak toplumuna döndüğünde, “Bana arkamdan ne kötü bir halef/ nesil oldunuz! Rabbinizin emrini çabuklaştırdınız mı?” dedi. Ve levhaları bıraktı ve kardeşi Hârûn’u kendine çekerek başından tuttu. Hârûn: “Ey anamın oğlu! İnan ki, bu toplum beni güçsüz düşürdü, az daha beni öldüreceklerdi. Onun için bana düşmanları sevindirecek bir şey yapma. Ve beni bu zâlimler toplumu ile bir tutma” dedi.


151Mûsâ dedi ki: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Ve Sen merhametlilerin en merhametlisisin.”(A’râf/ 150–151)


FIRLATIP ATILAN ZİYNETLER:
87. Âyetteki ifadeler genellikle aşağıdaki nakil esas alınarak yorumlanmış ve Mûsâ peygamberin kavminin fırlatıp attığı ziynetlerin, İsrâîloğulları’nın Mısır’daki komşularını kandırarak onlardan emanet olarak alıp da iade etmedikleri kıymetli eşya ve madenler olduğu ileri sürülmüştür.


Ziynet”ten kasıt, firavun hanedanından aldıkları altın ve gümüşten oluşan süs eşyaları idi. Otuz beş gün sonra Sâmirî -ki o İsrâîloğulları’ndan idi- onlara dedi ki: “Ey Mısır halkı! Mûsâ size geri dönmeyecektir. Siz de şu vizre bakın. O vizr, kadınlarınız ve çocuklarınız üzerindeki pisliğin ta kendisidir. Bunlar sizin gasp yoluyla firavun hanedanından aldığınız süs eşyalarıdır. Haydi, bunlardan temizlenin ve onları ateşe atın!” Onlar da onun dediğini yaptılar. Altın ve gümüşten oluşan bütün süs eşyalarını toplayıp bir araya getirdiler. Sâmirî bunları aldı ve 36.37 ve 38. günlerde -yani, toplam üç günde- işleyerek bir buzağı şekline getirdi. Sonra Cibril’in atının toynağının izinden almış olduğu toprağı ona kattı. Buzağı bir defaya mahsus olmak üzere böğürdü. Fakat bir daha böğürmesini tekrarlamadı. Samiri, 39. gün bu buzağıya tapmalarını emretti. Ertesi günü, yani kırkıncı günde Mûsâ onların yanına döndü. İşte Allah’ın şu buyruğu bunu anlatmaktadır: “Onları attık, Sâmirî de böylece (o süs/ziynet eşyalarını ateşe) attı.[15]


Yukarıdaki iddiaların Kitab-ı Mukaddes’teki yanlış anlatımından başka kaynağı yoktur.


İsrâilliler Mûsâ’nın dediğini yapmış, Mısırlılar’dan altın, gümüş eşya ve giysi istemişlerdi. RAB İsrâillilerin Mısırlıların gözünde lütuf bulmasını sağladı. Mısırlılar onlara istediklerini verdiler. Böylece İsrâilliler onları soydular.[16]


Tevrât’taki anlatıma göre; İsrâîloğulları Mısır’dan ayrılmadan hemen önceki günlerde Mısırlılardan altın, gümüş eşya ve giysiler istemişler ve almışlar ama bu aldıklarını geri ödeme niyeti taşımadıklarından aslında Mısırlıları soymuşlardır.


87. Âyeti yukarıdaki anlayışa malzeme yapmak ve bir takım eklemelerle çevirmek, muharref Tevrât’ı nakletmekten başka bir şey değildir. Aslında Tevrât etkisiyle yapılan bu eklemeli çeviriler, Âyetteki fiillere ve cümlelerin kurulumuna da uygun düşmemektedir.


Bize göre bu yaklaşım tamamen yanlıştır. Bu konuda dikkat edilmesi gereken ilk nokta, 87. Âyette geçen زينة القوم - zîynetü’l-gavm = kavmin ziyneti ile A’râf Sûresi’nin 148. Âyetinde geçen حلّيهم - hulliyhim = kadınlarının süs eşyaları ifadelerinin aynı şeyler olmadığıdır. Dolayısıyla Tevrât’ta ve Mukâtil’in iddialarında Mısırlılardan alındığı söylenen süs eşyaları ve kıymetli madenler, A’râf Sûresi’nin 148. Âyetinde geçen hulliyhim ifadesi kapsamında olup bu madenlerin konumuz olan 87. Âyette geçen zîynetü’l-gavm ifadesi kapsamında mütalâa edilmesi mümkün değildir. Bize göre buradaki ziynetler, İsrâîloğullarının yüzlerce sene iç içe yaşadıkları Mısırlılardan aldıkları dini ve ahlâkî değerlerdir. İşte, Mûsâ peygambere mazeret beyan eden kavmi, o kavimden [Mısırlılardan] aldıkları yanlış inançları “ziynetlerden yük” olarak nitelemekte ve bu yükü fırlatıp attıklarını söylemektedirler. Fırlatıp atmak deyimi de İsrâîloğulları’nın Mûsâ peygamberin gösterdiği doğru yola uyarak yanlış inançlardan vazgeçtiklerini ve böylece yükten de kurtulduklarını ifade etmektedir.


Sâmirî ise bu noktadan sonra devreye girmiş ve İsrâîloğulları’nın zihinlerine bazı şeyler sokmuştur. Zihinlerine Sâmirî tarafından sokulan bu şeyler 88. Âyette açıklanmıştır.



88.Samirî onlara bir aldatan, tuzağa düşüren cesedi/altını çıkardı da İsrâîloğulları: “İşte bu, sizin ilâhınızdır ve de Mûsâ’nın ilâhıdır. Ama Mûsâ onu terk ediverdi” dediler. –89.Peki, onlar görmüyorlar mıydı ki, altın kendilerine hiçbir sözle karşılık veremiyor; onlara bir zarara ve bir yarara güç yetiremiyordu!–

90.Ve andolsun ki Hârûn daha önce onlara: “Ey toplumum! Şüphesiz siz bununla imtihana çekildiniz/dinden çıkıp kendinizi ateşe attınız. Ve şüphesiz sizin Rabbiniz Rahmân’dır [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tır]. Gelin bana uyun ve emrime uyun” demişti. 91.Hârûn’un toplumu: “Mûsâ bize dönüp gelinceye kadar, biz ona tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz” dediler.


Bu Âyetlerde Hârûn peygamberin nezaretinde iken İsrâîloğullarının Sâmirî’nin ortaya çıkardığı, böğürmesi [çekiciliği] olan ama kendisi işe yaramayan bir buzağıyı ilâh edinmek sûretiyle sapmaları ve işe yaramaz bir nesneye taparak düşüncesiz bir davranış sergilemeleri sebebiyle Yüce Allah tarafından kınanmaları anlatılmaktadır.


BUZAĞI; BÖĞÜRTÜSÜ ÇEKİCİLİĞİ OLAN CESET:
Hatırlanacak olursa, bu konu daha önce A’râf Sûresi’nin 148. Âyetinde geçmiş ve orada tahlil edilmiştir. Ancak önemine binaen konu burada tekrar ele alınmış ve aynı paralelde bir daha açıklanmıştır.


Bilindiği gibi, buzağı sığır yavrusuna denir. Ancak buzağı sözcüğü burada hakikat anlamıyla, yani yeryüzünde var olan milyonlarca sığır yavrusundan biri kastedilerek kullanılmamıştır. Zaten Rabbimiz de burada buzağı‘yı iki ayrı özellikle nitelemek sûretiyle sözcüğün anlamını te’vil etmiş ve dolayısıyla buzağı sözcüğünün Müteşâbih olduğunu göstermiştir. Rabbimizin nitelemelerine göre bu buzağı böğürmesi [çekiciliği] olan bir buzağıdır. Buzağının ikinci niteliği ise bir ceset mesabesinde olmasıdır. Ceset, ölü vücut demektir. Fakat buradaki ceset sözcüğü de bize göre Müteşâbih olup hakikat anlamının dışında kullanılmıştır. Ceset sözcüğünün hakikat anlamı dışında kullanılışının Kur’ân’daki bir diğer örneği de Sâd Sûresi’nin 34. Âyetindedir. Ceset sözcüğü orada kinâye yollu bir anlatımla Süleymân peygamberin iktidarı sırasında bir dönem iyi işler yapmadığını belirtmek için kullanılmıştır. İşte, ceset sözcüğü nasıl Sâd Sûresinde Süleymân peygamberin iyi işler yapmadığını, Arapça deyimi ile meyyit-i müteharrik = hareketli ölü bir tutum sergilediğini anlatmak için kullanıldıysa, burada da söz konusu buzağının hiçbir işe yaramadığını, kendine veya başkalarına yarar veya zarar verebilecek iradeye ve etkinliğe sahip olmadığını belirtmektedir. Nitekim buzağının bu işe yaramaz özellikleri, A’râf Sûresi’nin 148. Âyetinde Onun kendilerine bir söz söylemezliğini ve bir yol göstermezliğini görmediler mi? ifadesiyle; konumuz olan 89. Âyette de Onlar görmüyorlar mıydı ki, o, [buzağı] kendilerine hiçbir sözle karşılık veremiyor; onlara bir zarara ve bir yarara güç yetiremiyordu ifadesiyle vurgulanmıştır. Buzağının bu nitelikleri aslında insanların Allah’ın astlarından edindikleri sözde ilâhların nitelikleridir. Rabbimiz pek çok Âyette tekrarlayarak bu nitelikleri insanlara iyice tanıtmış ve bu nitelikteki şeylerin ilâh edinilmemesini öğütlemiştir: Bu konu için aşağıdaki Âyetlere de bakılabilinir.


Yûnus Sûresi’nin 18, 106; Meryem Sûresi’nin 42; Enbiyâ Sûresi’nin 66; Mâide Sûresi’nin 76; Ra’d Sûresi’nin 16; Şu’arâ Sûresi’nin 73; Furgân Sûresi’nin 3, 55 ve Hacc Sûresi’nin 12.Âyetleri.


BÖĞÜRME: HUVÂR:
وار - Böğürmesi olan ifadesindeki “böğürme” sözcüğünün orijinali خوار - huvâr sözcüğüdür. Leys tarafından “boğa sesi” olarak, İbn-i Side tarafından “sığır, koyun, geyik ve havada uçan nesnelerin sesi” olarak açıklanan huvâr sözcüğü, Lîsânü’l-Arab’ta şöyle açıklanmıştır:


Huvar’ın aslı: Avcı geyik yavrusunu yakalar, onu bir yere bağlar ve onun kulaklarını ovalar. İşte o zaman geyik yavrusu böğürür (bağırır). Bunu duyan yavrusunu kaybetmiş olan ana geyik, yavrusunun yanına koşar ve avcıya yakalanır.[17]


Lîsânü’l-Arab’ın verdiği bu bilgiye göre huvâr, bir hayvanın normal böğürmesi değil, bir hayvanı tuzağa düşürmek için başka bir hayvana çıkartılan sestir. Yani “çeken, aldatan bir ses“tir. Nitekim bu, bir yöntem olarak ördek ve keklik avında da yaygın şekilde kullanılmakta, hatta “huvar” bir nevi boru ile taklit bile edilmektedir.


Konumuza bu bilgiler ışığı altında bakıldığında, Âyetlerde böğürtüsü [çekici, aldatıcı sesi]olan ceset olarak nitelenmiş buzağının [altının] insanları tuzağa düşüren bir özelliğe, aldatıcı bir cazibeye sahip olduğu anlatılmaktadır.


Sonuç olarak bize göre burada konu edilen buzağı, [böğürmesi, çekici, aldatıcı sesi olan ceset] altın’dır. Nitekim 148. Âyetteki kendi kadınlarının süs takılarından bir buzağı ifadesi de buzağı’nın “ziynet” olduğunu bildirmek sûretiyle bu görüşü doğrulamaktadır. “Altın“ın[ziynetin] insanları nasıl tuzağa düşürdüğü, nasıl onları kendisine köle yaptığı, [insanların "altın"ı ilâh edindiği] günlük hayatın içinde hiç çaba sarf etmeden görülebilecek bir olgu durumundadır. Ayrıca aynı kıssanın Bakara Sûresi’nin 67–71. Âyetlerindeki anlatımında, ilâh edinilen sığır için kullanılan sarı, lekesiz ve bakanlara haz veren ifadeleri de aynen “altın“ın özelliklerini yansıtmaktadır. Bu konu, orada Rabbimizin Bakara [sığır] ifadesinin te’vilini yapışı ile daha iyi anlaşılmış olacaktır.


67Ve hani Mûsâ toplumuna, “Şüphesiz ki Allah, size bir sığır boğazlamanızı emrediyor” demişti. Onlar, “Sen, bizi alaya mı alıyorsun?” dediler. Mûsâ, “Ben, câhillerden biri olmaktan Allah’a sığınırım” dedi.


68Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, o sığır her ne ise onu bizim için açığa koysun” dediler. Mûsâ, “Rabbim diyor ki: ‘Şüphesiz o sığır, pek yaşlı değil, pek körpe de değil, ikisi arası dinçtir.’ Haydi, emrolunduğunuz şeyi yapınız” dedi.


69Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, onun rengi ne ise onu bizim için açığa koysun” dediler. Mûsâ, “Şüphesiz Rabbim diyor ki”: “Şüphesiz o sığır, rengi bakanlara neşe saçan, sapsarı bir inektir” dedi.


70Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, o, nedir; bizim için açığa koysun, şüphesiz ki o sığır, bize müteşâbih geldi ve biz şüphesiz Allah dilerse kesinlikle kılavuzlandığımız doğru yolu bulmuşlarız” dediler.
71Mûsâ, “Şüphesiz Rabbim diyor ki”: “O sığır, zelil olmayan/çifte koşulmayan, arazi sürmeyen, ekin sulamayan, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır.” Onlar, “İşte tam şimdi gerçeği getirdin” dediler. Sonunda onu boğazladılar. Ama neredeyse yapmayacaklardı. (Bakara/ 67–71)


Görüldüğü gibi, Bakara Sûresi’nin yukarıdaki Âyetlerinde geçen bakara [sığır] sözcüğü de mecaz anlamda kullanılmıştır. Çünkü hakikat anlamıyla çifte koşulmayan, tarla sürmeyen, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırın varlığından söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla gerek Bakara Sûresindeki sığır, gerekse A’râf Sûresinde ve bu sûrede konu edilen buzağı, bilinen sığır ve yavrusu değil, te’vilinden anlaşıldığına göre “altın“dır. O hâlde, hem Bakara Sûresindeki bakara, hem de A’râf ve Tâ-Hâ Sûrelerindeki buzağı sözcüklerinden “altın” anlaşılmalıdır. Ancak 88. Âyette geçen buzağı sözcüğünün meallerde parantez içi ekleme şeklinde de olsa “altın buzağı” olarak ifade edilmesi yanlıştır. Sözcük sadece buzağı olarak ifade edilmeli fakat “altın” olarak anlaşılmalıdır.


Buzağı’nın mecazen “altın” anlamında kullanılmış olması, hadiseye İsrâîloğulları’nın sapmasına yol açması bakımından yaklaşıldığında da konu ile tam bir uyum göstermektedir. Çünkü, “altın“ın insanları nasıl tuzağa düşürdüğü, onları nasıl kendisine köle yaptığı, yani insanların “altın“ı nasıl ilâh edindiği, günlük hayatın içinde hiç çaba sarf etmeden görülebilecek bir olgu durumundadır.


Klâsik kaynakların çoğunda söz konusu buzağının canlı bir buzağı olduğu ve Sâmirî’nin kerametiyle gerçekleştirildiği yönünde nakiller yer almaktadır. Güya Samirî, denizden geçerken İsrâîloğulları’na öncülük eden Cebrâîl’in atının bastığı yerden bir avuç toprak almış, o toprağı potada eriyen altınların içine atmış, eriyen altını da kalıba dökerek ondan canlı, böğüren bir buzağı çıkarmıştır.


Kimileri de buzağının canlı olmadığı görüşündedir. Bunlara göre, Sâmirî buzağı şeklinde bir heykel yapmış ve bu heykele rüzgârın gireceği, böylece buzağı sesine benzer bir ses çıkarmasını sağlayacak bazı delikler, kanalcıklar koymuştur. Heykel bu sebeple böğürmektedir.


Bu konudaki yorumlardan en çok kabul gören iki tanesi Esed ve Râzi’ye aittir:

İsrâîloğulları’nın bu altın buzağısı, besbelli, yüzyıllarca süren Mısır etkisinin bir ürünüydü. Mısırlılar Menfis’de tanrı Ptah’ın tecessümü olarak gördükleri kutsal boğa’ya, Apis’e tapınırlardı. Boğa yaşlanıp da ölünce, onun yerine hemen yeni bir Apis’in doğduğu düşünülüyor ve eskisinin ruhunun ölüm ülkesinde Osiris’e hulûl ettiğine inanılıyor ve bu iki başlı tanrıya bundan böyle artık Osiris-Apis (Greco-Egyptian dönemde “Serapis”) adıyla tapınılıyordu. Altın buzağının çıkardığı “boğuk ses”e (huvâr) gelince, bunun, Mısır tapınaklarında bulunan ve içine açılmış bir takım oyuklar sayesinde ses çıkardığı bilinen putlarda olduğu gibi rüzgârın etkisiyle çıkan bir ses olması muhtemeldir.[18]


İkrime, İbn Abbas’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Hârûn (a.s), Sâmiri buzağıyı yaptığı bir sırada ona uğrar ve ona “Ne yapıyorsun?” dediğinde o “Ben, ne faydası ne de zararı olmayan bir şey yapıyorum. Binaenaleyh, bana dua et” der. Bunun üzerine Hz. Hârûn (a.s) da, “Allah’ım ona, istediğini ver” der. Hz. Hârûn (a.s) çekip gidince Sâmiri, “Allah’ım, senden onun böğürmesini istiyorum” der, o da böğürür. Böyle olması halinde bu, Hârûn (a.s)’ın bir mu’cizesi olmuş olur. “İşte sizin de, Mûsâ’nın da tanrısı budur” ifadesine gelince, bu hususta şöyle bir problem bulunmaktadır: “O kavim, eğer, o anda yapılan o buzağının, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğuna inanacak kadar cahil idiyseler onlar deli demektirler ki, dolayısıyla da mükellef olmazlar! Hâlbuki bu kadar kalabalık bir kitlenin deli ve cahil olması da imkânsızdır. Yok, eğer onlar bunun böyle olduğuna inanmıyor idiyseler, daha nasıl, ‘işte sizin de, Mûsâ’nın da tanrısı budur” diyebilmişlerdir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Onlar, belki de “hulul” inancına sahip idiler. Binaenaleyh, böğürme işi, ulûhiyete münasib düşmediğinden her ne kadar bu da uzak bir şey ise de, ilâhın veya onun herhangi bir sıfatının o maddeye hulul ettiğini düşündüler. O topluluk belki de, son derece ahmak ve aptal idiler.[19]


Netice olarak tekrar söylüyoruz ki, İsrâîloğulları “altın buzağı“ya değil “altın“a tapmışlardır. Sâmirî’nin kafalarına soktuğu şey, altına tapmanın Allah’a tapmaktan daha iyi olduğu fikridir. İsrâîloğulları da, altına taptıkları yetmezmiş gibi, İşte bu sizin ilâhınızdır ve de Mûsâ’nın ilâhıdır. Ama o [Mûsâ] onu terk ediverdi şeklindeki sözleriyle bir zamanlar Mûsâ peygamberin de altına taptığını ve sonra onu terk ettiğini ileri sürmüşlerdir.



92,93.Mûsâ: “Ey Hârûn! Bunların sapıklığa düştüğünü gördüğün vakit, seni benim yolumu takip etmekten engelleyen ne oldu? Yoksa benim emrime karşı mı geldin?” dedi.

94.Hârûn: “Ey anamın oğlu! Sakalımı ve başımı tutma. Şüphesiz ben senin ‘İsrâîloğulları arasında ayrılık çıkardın ve benim sözüme bakmadın’ demenden korktum” dedi.


Bu Âyetler, İsrâîloğulları tarafından Hârûn peygamber çalınan karaları temizlemektedir. Çünkü Kitab-ı mukaddes’e (Çıkış 32, 1-35) göre İsrâîloğulları’nı yoldan çıkaran Sâmirî değil, Hârûn peygamberdir.


HÂRÛN PEYGAMBER ŞİRKE GÖZ MÜ YUMDU:
Hârûn’un peygamber 94. Âyetteki ifadesi ilk bakışta sanki tefrika çıkarmamak için kavminin altına tapmasına göz yummuş olduğu anlamına geliyor gibi görünse de, A’râf Sûresi’nin 150. Âyeti böyle bir anlayışın doğru olmadığını göstermektedir. Zira orada bildirildiğine göre, Hârûn peygamber kavmi tarafından zayıf düşürülmüş, eli kolu bağlanmış hatta ölümle tehdit edilmek sûretiyle etkisiz hâle getirilmiştir. Yani Hârûn peygamberin şirke taviz vermiş gibi görünmesi, sadece “tefrikayı önlemek” sebebiyle açıklanamaz. Kavminin baskısıyla karşı karşıya gelen Hârûn peygamber, zaten yoldan çıkmış olan halkın bir de kendi aralarında tefrikaya düşmesinden korkmuş ve Mûsâ peygamberin döndüğünde kendisini durumu daha da kötüleştirmekle ve kontrolü iyice kaybetmekle suçlamaması için o gelene kadar sessiz kalmıştır. Nitekim A’râf Sûresi’nin 150. Âyetinden anlaşıldığına göre, kavmin içinde Mûsâ peygambere ve Hârûn peygambere düşman olan ve huzursuzluk çıkmasına yol açacak birçok kimse bulunmaktadır.


Mûsâ peygamberin 93. Âyetteki Benim emrime isyan mı ettin ifadesi, onun oradan ayrılırken Hârûn peygambere bir şeyler emrettiğini göstermektedir. Hârûn’un peygamberin cevabından da bu emrin “Ne olursa olsun, İsrâîloğulları arasında bozgunculuğa sebep olma!” mealinde olduğu anlaşılmaktadır.



95.Sonra da Mûsâ: “Ey Samirî! Senin bu yaptığın nedir?” dedi.

96.Samirî: “Ben onların anlamadıkları bir şeyi anladım da elçinin eserinden bir avuç almıştım, sonra da onu fırlatıp attım. Ve bunu, bana böylece nefsim hoş gösterdi” dedi.

97,98.Mûsâ: “Haydi git. Artık senin için hayat boyunca ‘Benimle temas yok’ diye söylemen var. Hem senin için asla karşı çıkamayacağın bir buluşma günü daha var. Bir de kulluk edip durduğun ilâhına bak” dedi. –Elbette Biz onu yakacağız, sonra da kesinlikle onu bol suda kökünden yıkacağız. Sizin ilâhınız, ancak Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. Şüphesiz ki O bilgi yönünden her şeyi kuşatmıştır.–



Bu Âyet grubunda, Mûsâ peygamberin Sâmirî’ye İsrâîloğullarını yoldan çıkarma sebebini sormasıyla başlayan konuşmalar yer almaktadır.


Sâmirî, Mûsâ peygambere gayet açık cevap vermiş ve Ben onların anlamadıkları bir şeyi anladım da Elçinin eserinden bir avuç almıştım, sonra da onu fırlatıp attım. Ve bunu, bana böylece nefsim hoş gösterdi diyerek Mûsâ peygamberin dininden vazgeçtiğini, yani irtidat ettiğini beyan etmiştir.


ÂYETTEKİ ELÇİ: Sâmirî’nin cevabında sözü edilen elçi Mûsâ peygamberdir.


ELÇİNİN ESERİ: 96. Âyette geçen اثر - eser sözcüğü genellikle iz anlamıyla ele alınmış ve bunun “ayak izi” olduğu yönünde yorumlar yapılmıştır. Hâlbuki yukarıda 84. Âyette yer alan Mûsâ peygamberin konuşmasına dikkat edilirse, bu sözcüğün “öğreti, risâlet, onlara tebliğ edilenler” anlamında olduğu görülür.


Mûsâ peygamberin Sâmirî’ye yönelttiği Haydi çek git! Artık senin için hayat boyunca, ‘Benimle temas yok’ diye söylemen var şeklindeki sözleri, Sâmirî’nin sadece kavminden sürgün edilmediğini, aynı zamanda sosyal hayattan da sürgün edildiğini ifade etmektedir. Çünkü Sâmirî, verilen bu ceza ile her gittiği yerde bir sürgün olduğunu bildirmek zorunda bırakılmaktadır. Bu konuda Sâmirî’nin Allah’tan bir azap olarak cüzam hastalığına uğratıldığı yolunda, Tevrât’ın cüzamlılarla ilgili olarak aşağıdaki cümlelerinden kaynaklanmış olması muhtemel bazı iddialar ileri sürülmüştür:


Böyle bir hastalığa yakalanan kişinin giysileri yırtık, saçları dağınık olmalı; kişi ağzını örtüp, ‘Kirliyim! Kirliyim! diye bağırmalı. Hastalığı devam ettiği sürece kirli sayılacaktır, çünkü kirlenmiştir. Halktan uzak, ordugâhın dışında yaşamalıdır.[20]


Bize göre burada önemli olan, Sâmirî’nin her gittiği yerde çevresindekilere kendisi ile temas kurulmaması gerektiğini söyleyecek olmasıdır. Bunu hastalık yüzünden veya ahlâkî bakımdan yaftalı olması sebebiyle yapmasının herhangi bir önemi yoktur.


98. Âyetteki Elbette Biz onu yakacağız, sonra da kesinlikle onu denizde kökünden yıkacağız. Sizin ilâhınız, ancak kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. Şüphesiz ki O ilim yönünden her şeyi kuşatmıştır ifadesinin yer aldığı bölüm kıssaya ait olmayıp Rabbimizin genel bir beyanını içeren parantez içi bir cümledir.


Bu genel beyanda Allah’ın her şeyi kuşattığı, küfrün ve şirkin kökünün kazınacağı bildirilmektedir. Aynı husus başka Âyetlerde de bildirilmektedir:


Allah, onun için rızkı güzelleştirmiştir.


12Allah, yedi göğü ve yerden de onlar kadarını oluşturandır. Allah’ın her şeye kâdir olduğunu ve Allah’ın bilgisinin, her şeyi kuşattığını bilesiniz diye buyruk gökler ve yer arasında iner durur. (Talâk/ 12)


25-28De ki: “O tehdit olunduğunuz şey yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi tanıyacak ben bilmiyorum. Rabbim, bütün görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilendir. Ve de elçilerden seçip hoşnut olduğu kişi hariç, göstermediğine, duyurmadığına, sezdirmediğine, geçmişe, geleceğe hiçbir kimseyi bilgi sahibi yapmaz. Çünkü O, Rablerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini bilsin diye onun her tarafından gözetleyiciler salar. O, onların yanında olan her şeyi kuşatmıştır, her şeyi de sayısı ile saymıştır.”(Cinn/25- 28)


3,4Ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedeno kimseler: “Bize o kıyâmetin kopuş anı gelmeyecektir” dediler. De ki: “Evet, gelecektir. Görülmeyeni, duyulmayanı, sezilmeyeni, geçmişi, geleceği bilen Rabbime andolsun ki iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan o kimselere –ki işte onlar kendileri için bir bağışlanma ve hatırı sayılır bir rızık olanlardır– karşılıklarını vermek için size kesinlikle gelecektir. O’ndan göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi kesinlikle açık bir kitaptadır.” (Sebe”/ 3)


59Görünmezin, duyulmazın, geçmişin, geleceğin anahtarları da yalnızca O’nun katındadır. O’ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. (En’âm/ 59)


6Ve yeryüzünde hiçbir küçük-büyük canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Allah, onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır.(Hûd/ 6)



99.Biz, sana geçmiş olan şeylerin önemli haberlerinden bir kısmını böylece anlatıyoruz. Şüphe yok ki, sana katımızdan bir Öğüt/hatırlatma [Kur’ân] verdik. 101-102.Kim Bizim verdiğimiz Öğüt’ten [Kitap'tan/Kur’ân'dan] yüz çevirirse, şüphesiz o, kıyâmet günü; Sûr’a üflendiği gün, sürekli içinde kalacakları bir yük yüklenecektir. Ve kıyâmet günü onlar için bu ne fena bir yüktür! Biz suçluları o gün, gözleri gövermiş olarak toplayacağız. 103.Aralarında fısıldaşacaklar: “Siz dünyada sadece ‘on gün’ kaldınız.” –104.Biz aralarında ne konuşacaklarını daha iyi biliriz.– Yolca en üstün olan “Siz ancak bir gün kaldınız” diyecektir.


Bu ayet grubunda Yüce Allah, geçmişe ait kıssaları bitirdiğini söyledikten sonra peygamberimizi muhatap alarak ona seslenmektedir. İnsanlara öğüt ve kılavuz olan Kur’an ile ilgili bilgilerin yer aldığı bu seslenişte; Kur’an’dan yüz çevirenlerin kıyamet gününde gözleri göğermiş hâlde toplanacakları, dünyada yüklendikleri şeyler sebebiyle ahirette içinden çıkılmayacak sıkıntılarla, altından kalkılmayacak yüklerle karşılaşacakları bildirilmektedir. Sonra da insanların Zikir [Öğüt] olarak nitelenen Kur’an’dan öğüt almaları istenmektedir.


Hatırlanacak olursa, surenin başında da Kur’an’ın öğüt olma özelliği ön plâna çıkarılmıştı:

“Biz Kur’an’ı sana sıkıntıya düşesin / sıkıntı veresin [eşkıyalık yapasın] diye indirmeyip ancak haşyet duyan kimse için bir öğüt olmak üzere; yeryüzünü ve yüce gökleri yaratandan bir indirilişle indirdik.”



GÖZLERİN GÖĞERMESİ

Bu ifade bir deyim olup “korkudan ve zayıflıktan dolayı gözlerin donup kalması” demektir. İnkârcıların, yalanlayıcıların, müşriklerin kıyamet günündeki hâlleri, İbrahim suresinde benzer bir ifade ile yer almıştır:

42,43Sakın şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanların yaptıklarından Allah’ın duyarsız/bilgisiz olduğunu sanma! Ancak O, onları, başlarını dikerek koşacakları, gözlerin dışa fırlayacağı bir gün için erteliyor. Onların bakışları kendilerine dönmez ve onların gönülleri bomboştur. (İbrahim/ 42)


103 ve 104. ayetlerde, mahşerde toplanan insanların kendi aralarında dünyada yeterli süre kalmadıkları hakkında konuşacakları bildirilmektedir. Bu konuşmalarda yer alan “on” ve “bir” ifadeleri genellikle azlıktan kinaye olarak “birkaç” anlamında kullanılır. Çokluktan yapılan kinaye ise 7, 70 ve 1000 sayıları ile ifade edilir. Dolayısıyla ayette geçen “on” sayısı “birkaç sene”yi ifade etmektedir.


Kâfirlerin dünyada geçirdikleri sürenin azlığından yakınmaları, eğer daha fazla süre verilse idi, kendilerinin de iman edip salihatı işleyecekleri yolundaki iddialarına dayanak bulabilme çabası sebebiyledir.


Kâfirlerin düşeceği bu durumdan Kur’an’da pek çok yerde söz edilmektedir:

37Ve onlar, orada feryat ederler: “Rabbimiz! Bizleri çıkar, yapmış olduklarımızdan başka düzgün amel yapalım.” –Sizi, düşünecek olanın düşüneceği kadar ömürlendirmedik mi? Size uyarıcı da gelmişti. O hâlde tadın! Artık şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için bir yardımcı da yoktur.–(Fatır/ 37)


112Allah: “Yeryüzünde yıl sayısı olarak kaç yıl kaldınız?” dedi.
113Onlar: “Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. Haydi, sayanlara sor” dediler.
114Allah: “Siz sadece pek az bir süre kaldınız; keşke siz bilmiş olsaydınız!” dedi. (Müminun/ 112-114)


46Sonra onlar onu görecekleri gün, dünyada bir akşam veya kuşluğundan başka durmamış gibidirler.(Naziat/ 46)


55Ve kıyâmetin kopacağı gün günahkarlar bir saatten fazla durmadıklarına yemin ederler. Onlar işte böyle döndürülüyorlardı.
56Kendilerine bilgi ve iman verilen kimseler de diyecekler ki: “Andolsun ki Allah’ın yazısında, dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu, ölümden sonra dirilme günüdür. Fakat siz bunu bilmiyordunuz.” (Rum/ 55, 56)


Müminler için ise böyle bir durum söz konusu değildir. Onlar dünyada geçirdikleri zamandan şikâyet etmeden “öldük ve dirildik” demektedirler.


Zikirden, Allah’ın gönderdiği öğütlerden yüz çevirenler Kur’an’da devamlı uyarılmışlardır: 17Artık dünyayı isteyenler, hiç Rabbinden açık bir belge üzere olan ve kendisini Rabbinden bir şâhitin takip ettiği ve de önünde bir önder ve rahmet olarak Mûsâ’nın kitabı bulunan kimse gibi midir? İşte böyle olanlar, Kur’ân’a inanırlar. Hangi karşıt gruptan olursa olsun kim Kur’ân’ı örtbas ederse, ona vaat edilen yer ateştir. İşte bütün bunlardan dolayı sen de Kur’ân’dan şüphe içinde olma. Kesinlikle o, Rabbinden bir hakktır/gerçektir. Fakat insanların çoğu iman etmiyorlar. ( Hud/ 17)


97,98Ve Allah kime kılavuz olursa, işte o doğru yolu bulmuş olandır. Kimi de saptırırsa, artık bunlar için Allah’ın astlarından hiçbir yardımcı, koruyucu, yol gösterici yakın kimse bulamazsın. Ve Biz, onları kıyâmet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları hâlde, yüzleri üstü toplayacağız. Onların varacakları yer cehennemdir. Ne zaman ki cehennem dindi, onlara ateşi arttırırız. İşte bu, onların, âyetlerimizi/ alâmetlerimizi/ göstergelerimizi örtbas etmiş olmaları ve “Bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, biz yeni bir oluşturuluşla kesinlikle diriltilmiş mi olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır.(İsra/ 97)*

*İşte Kuran, Ta Ha Suresi


Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim