• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

89Al-i İmran Suresi 190-194







Hatalı Çevrilen Ayetler



Al-i İmran Suresi 190-194





Hatalı Çeviri:
190. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.
191. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!  
192. Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyarsan, artık onu rüsvay etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur.
193. Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, «Rabbinize inanın!» diye imana çağıran bir davetçiyi (Peygamber'i, Kur'an'ı) işittik, hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz!
194. Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vâdettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil-rüsvay etme; şüphesiz sen vâdinden caymazsın!





Doğru Çeviri:
190-194.Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: “Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş'in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi “iyi adamlar” ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin” diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır.





Bu âyetler, nasıl tefekkür edilmesi gerektiği hususunda güzel bir örnektir, ki böyle tefekkür edenler, “ulü'l-elbâb” olarak nitelenmektedir.


Göklerin ve yeryüzünün yaratılışı ve bunun akıl sahibi kimseler için âyet oluşu daha evvel de konu edilmişti:
164.Şüphesiz ki göklerin ve yerin oluşturuluşunda, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde,
insanlara yarayan şeylerle denizde akıp giden gemide,
Allah'ın semadan bir su indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde,
yeryüzünde her deprenen canlılardan yaymasında,
rüzgârları evirip çevirmesinde,
gök ile yeryüzü arasında emre hazır olan bulutta, şüphesiz akıllarını çalıştıran bir toplum için elbette alâmetler/göstergeler vardır.(Bakara/164)

 
Bu âyetlerin dışında da afaktaki âyetlere yönelik Kur’ân'da yüzlerce âyet bulunmaktadır.


Allah, afak ve enfüsteki âyetlerin düşünülüp incelenmesini istemekte, ki bunlar düşünülüp incelendiğinde, Allah'tan başka kimsenin bunları yapamayacağı; zerreden kürreye hiç bir varlığın bâtıl olarak [amaçsız olarak, oyun olsun diye] yaratılmadığı anlaşılır:
38.Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındakileri oyun oynayanlar olarak oluşturmadık.
39.Biz, o ikisini sadece hak/ gerçek ile oluşturduk. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.
(Duhân/38-39)
27.Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna oluşturmadık. Bu, kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden  kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı şu kâfirlerin; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişilerin vay hâline!(Sâd/27)

 
115.Peki siz, Bizim sizi sadece boş yere oluşturduğumuzu ve şüphesiz sizin yalnızca Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?(Mü’minûn/115)

 
Bunları gözlemleyip araştırarak Allah'a iman etmek, imanın taklitten uzak ve makbul olmasına vesile olur. O nedenle, Tefekkür eden, kavrama yetenekleri olanlar için nice âyetler vardır buyurulmuştur.


TEFEKKÜR
التّفكر [tefekkür], Kur’ân'da üzerinde önemle durulan ve tavsiye edilen bir eylemdir. Bu sebeple “tefekkür” kavramının iyi özümsenmesi gerekir.

تفكر [tefekkür] mastarı [tefekkere fiili], üç harfli olan  ف ك ر[fikr] kökünden [fekere fiilinden] türemiştir. Fikr ise, “i‘mâlu'l-hatarı fi'ş-şey’i” [bir şey hakkında ham düşünce üretilmesi] demektir.[24]


Fikr [ham düşünce] sözcüğü, Kur’ân'da sadece Müddessir/18'de (tef‘il babı kalıbıyla) yer almış ve bahsi geçen kişi, tefekkür etmediği, fikri [ham düşüncesi] ile hareket edip kâfir olduğu için kınanmıştır:
18-25.Şüphesiz o, düşündü ve ölçü koydu. –Artık o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu! Yine o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu!– Sonra baktı. Sonra yüzünü buruşturdu, kaşlarını çattı. Sonra, arkasını döndü ve böbürlendi de: “Bu, söylenti hâlinde gelen bir büyüden başka bir şey değil. Bu, beşer sözünden başka bir şey değil” dedi.(Müddessir/18-25)

 
“Ham düşünce üretmek” anlamındaki fikr sözcüğünden türemiş olan tefekkür sözcüğü ise Lisânu'l-Arab'da, “teemmül” olarak, teemmül sözcüğü de “tesebbüt” olarak tanımlanmıştır.[25] Tefekkür sözcüğü, kalıbı itibariyle, “bir şey üzerinde sürekli düşünmek; düşünce zinciri oluşturmak” demektir. Bu sözcüklerin Türkçe karşılıklarına göre tefekkür, “herhangi bir mesele hakkında iyice-etraflıca düşünmek, zihni yormak, işin bilincine varmak, yani üzerinde düşünülen konuya ait bilgileri ve başka fikirleri karşılaştırmak, aralarındaki bağlantıları inceleyerek bir karara ve hükme varmak” anlamına gelir. Görüldüğü gibi tefekkür, ham düşünce olmadığı gibi, sadece düşünme yetisinin ürünü de değildir; düşünme yetisi ile birlikte, akıl, muhakeme, hafıza, dikkat gibi diğer melekelerin ortaklaşa ürettikleri bir yargıdır.
Böyle olmasına rağmen bu kavram Türkçe'de yaygın olarak sadece “düşünme” sözcüğü ekseninde anlaşılmakta ve ifade edilmektedir.


Tefekkür'ü daha doğru bir şekilde anlayabilmek için; “düşünme” ile arasındaki farkı belirlemek, bunun için de öncelikle “düşünme”nin ne olduğunu bilmek gerekir.

“Düşünme” başlığı altında psikoloji ders kitaplarında ve Ana Britannica Ansiklopedisi'nde aşağıdaki bilgiler verilmektedir:
Düşünme, beynin dolayısıyla [indirect] yaptığı bir tepkidir. (…) Beynimizin işleyişi yalnızca dış uyaranların varlığına tâbi değildir. Bir dış uyarıcı olmadan da beynimizin ‘düşünme’ şeklinde faaliyetine devam ettiğini görürüz. O kadar ki, kendimizi en sakin hissettiğimiz, her şeyle ilgimizi kestiğimiz zamanlarda dahi beynin faaliyetini gözlemek kabildir: Yorgun bir insanın hiç bir şeyi düşünecek hâli olmasa da, kafasından bir yığın hayaller geçer. Meselâ, uykusunda rüyalar görür. Böylece zihin âdeta boş durmaktan hoşlanmazmış gibi görünmektedir. Burada beyin, kendisine bir ‘övendire’ ödevini gören maddî uyaranlara karşı değil, belki bu maddî uyaranın beyinde bıraktığı bir ‘iz’e veya onun ‘sembol’üne karşı tepki gösteriyor denilebilir. (…) Aradan bir hayli zaman geçmesine rağmen beyni, aynı olay veya tepkiye davet eden sebep, artık maddî bir uyaran değil, o olayın algılanmasından meydana gelen, ‘olay’ın hayalleri, tasavvurlarıdır. Yani, beyin o anda olaydan gelen maddî uyaranlarla değil, o olaydan arta kalmış olan ‘sembol’lerle faaliyet hâlindedir.[26]
Düşünme, bireyin zihinsel etkinlikleri ile dış uyaranlar arasında kurduğu bağlantıdır. (…) Geçmişte düşünme bilinçli bir deneyim olarak tanımlanmaktaydı. Ancak, uyarıcı durumlar ile bunlara verilen cevaplar arasındaki tüm süreçler bilinçli değildir. Psikanalize göre ‘birincil süreç düşüncesi’, bilinç dışı ve sözcük öncesi bir süreçtir, yani sözcüklerle simgeselleşmemiştir. Örneğin, bir isteğin insanı baskı altında bırakması sözcüklere dökülemez. Bu düşünce türünde karşıtlar bir arada bulunabilir; böyle düşünce mantık kurallarına uymaz, zaman ve yer tanımaz, neden-sonuç bağıntısı taşımaz ve bütünüyle haz ilkesi doğrultusunda, gerçeklikle bağıntılı olmayan bir biçimde gelişebilir. Oysa ‘ikincil süreç düşüncesi’, gerçeklik ilkesine bağlı olarak dış nesnelerin gerçekliğini gözetir, söze dökülür, dil ve mantık kurallarına uyum gösterir. İç ve dış etkilerin yoğunluklarına bağlı olarak düşünce, mantıksal [yönlendirilmiş ve yapılandırılmış] ya da düşsel [imgesel ve fantastik] olabilir. Mantıksal düşünme, yaşanan deneyimlerin sonuçları arasında bağlantı kurma yolundaki usa vurmanın yönlendirilmiş ve yapılandırılmış biçimidir. Bu nitelikteki düşünce nesnel, dışa yönelik ve ‘gerçekçi’ [realistik] olarak nitelenir. Bunun karşıtı öznel, duygusal olan ‘içe yönelik’ [otistik] düşüncedir. (…) ‘Gerçekçi düşünce’, bir amaç doğrultusunda düşüncelerin bir araya getirilmesi ve düzenlenmesine yönelik mantıklı düşüncedir: Nesneler, kavramlar ya da bilgi kaynakları arasında bağlantı kurma, değerlendirme, yargılama, problem çözme ve yeni çözümler bulma, ilke çıkarsama, tümevarım ve tümdengelim gibi değişik biçimler alabilir. ‘İçe yönelik düşünce’, temelde düşünenin istek ve fantezileri bağlamında, dış koşullar ya da yer-zaman-nedensellik bağlantıları dikkate alınmadan gelişen düşüncedir. Bu tür düşüncenin tipik örneği, uyaranlara herhangi bir denetim uygulanmadan, düşüncelerin ansızın kendiliğinden anımsandığı serbest çağrışımdır.[27]


Yukarıdaki açıklamalardan, “düşünme” hakkında şu tesbitleri yapmak mümkündür:
• Düşünme, karşılaşılan her nesne ve olguya karşı, beyin tarafından verilen dolaylı bir tepkidir. Ancak bu tepki her zaman etki ile eş zamanlı olarak ortaya çıkmaz.
• Düşünme dolaylı bir tepki olduğundan, bu tepkiyi doğuracak bir etkinin bulunmaması hâlinde beynin düşünce yetisi harekete geçmez. Meselâ, duyu organlarının algılama yapamadığı bir ortamda [uzayda, boşlukta] beynin düşünme faaliyetinde bulunması söz konusu değildir.
• Düşünme yetisi, kontrol edilemeyen, yani insana boyun eğmeyen, onun iradesi dışında her türlü koşulda faaliyet gösteren bir beyin fonksiyonudur.
• Düşünme, beynin bilinçli sürecinde oluşabileceği gibi [ikincil süreç düşüncesi], bilinçsiz sürecinde de oluşabilir [birincil süreç düşüncesi].
• Düşünme, kendisini oluşturan iç ve dış etkilerin yoğunluklarına göre, “içe yönelik” veya “gerçekçi” olarak nitelendirilebilir.


“Tefekkür”ü daha doğru bir şekilde anlamak amacıyla gelinen bu noktadan sonra yapılacak şey; yazımızın başında açıklamalarını verdiğimiz “fikr” ve “tefekkür” kavramlarının, yukarıdaki bilimsel açıklamaların neresinde yer aldığına ve bilimsel açıklamalardaki tarifler ile Lisânu'l-Arab kaynaklı tarifler arasında bir fark olup olmadığına bakmak olmalıdır. Ancak, bu bakışın sağlıklı olabilmesi, Kur’ân'ın merkeze alınmasına bağlıdır. Çünkü cevabını aradığımız şey, Kur’ân'daki “fikr” ve “tefekkür”dür.


Konuya Kur’ân penceresinden bakıldığında Kur’ân'ın, “fikr” ve “tefekkür” kavramlarını, beynin bilinçli sürecine ait faaliyetler olarak gördüğü anlaşılır. Çünkü Kur’ân'ın muhatabı “bilinçli insan”dır. Yani, Kur’ân'ın “fikr” ettiğini söylediği ve “tefekkür” etmesini istediği insan; Kur’ân'ın muhatabı olan “bilinçli insan”dır. Bu tesbit, yukarıdaki bilimsel açıklamalar dikkate alınarak ifade edilecek olursa denilebilir ki; “fikr” de, “tefekkür” de, “ikincil süreç düşüncesi” kapsamındadır.


Bu noktada, “fikr” ve “tefekkür”ün, bilimsel açıklamalarda “ikincil süreç düşüncesi” olarak adlandırılan düşünceyi oluşturan “içe dönük düşünce”ye ve “gerçekçi düşünce”ye karşılık geldikleri söylenebilir. Çünkü bilimsel açıklamalarda, beynin bilinçli sürecinin ürünleri olarak “içe dönük düşünce” ve “gerçekçi düşünce”den başka bir düşünceden bahsedilmemektedir. Dolayısıyla, “fikr” ve “tefekkür”ü, “içe dönük düşünce” ve “gerçekçi düşünce” ile özdeşleştirmek mümkündür.


Gerçekten de “fikr” denilen ham düşüncelerin bir çoğu vesveseden ibaret olup tutarsız ve anlamsızdır, bazıları ise –Kur’ân'ın bildirdiği gibi– insanı helâk edecek boyuttadır. Bu durumda, insanın hevâsını ön plânda tuttuğu ve bu hevânın derecesine göre; “içe dönük, imgesel, fantastik, düşsel” olarak adlandırılan düşünce ile “fikr”, aynı şey sayılabilir. “Fikr” ile “içe dönük düşünce” aynı şey olarak kabul edildiğinde ise, “tefekkür” ile “gerçekçi düşünce”nin de aynı şey olduğunun kabulü gerekir. Nitekim “tefekkür” sözcüğünü açıklayan “karar vermek”, “hükme varmak” gibi davranışlar ile “gerçekçi düşünce”yi açıklayan “değerlendirme”, “yargılama”, “problem çözme”, “ilke çıkarsama” gibi davranışlar, anlamları itibariyle aynı eksendedir.


Ancak, bize göre bu yaklaşım noksandır ve bu yaklaşım ile doğru sonuca ulaşmak mümkün değildir. Kur’ân, yazımızın sonunda birçok örneğini vereceğimiz gibi, “tefekkür” sayesinde insanın yanlıştan uzaklaşarak doğruyu bulacağını, gerçek başarıya ulaşacağını söylemektedir. Yani, “tefekkür” sonucunda, ödülü cennet olan gerçek başarı söz konusudur. Hâlbuki “gerçekçi düşünce”nin tarifinde, açıklamalarında, böyle bir başarıya ulaştırma özelliğinden bahsedilmemiştir. Başka bir ifade ile, her aşaması bilimsel gerçeklere dayandırılarak mantıklı bir amaca göre hazırlanmış bir plân tasavvuru, “gerçekçi düşünce” olarak nitelendirilebilir ama gerçek başarıya ulaşmaya hizmet etmiyorsa, “tefekkür” olarak nitelendirilemez. Örnek olarak, nükleer enerjiyi bir imha silâhı olarak geliştiren düşünce, “gerçekçi düşünce”dir, ama asla “tefekkür” değildir. Bu durumda, bilimsel açıklamalarda yer alan “gerçekçi düşünce” tarifi, “tefekkür”ün açıklamasında yeterli olamamakta, noksan kalmaktadır.


Diğer taraftan Kur’ân, Müddessir/18'de; “fikr” eden kişinin ölçü koyduğunu söylemektedir. Ölçü koymak ise, anlam olarak değerlendirme yapmayı ve hüküm vermeyi de içermektedir. Yani, âyette sözü edilen kişi, bilimsel açıklamalarda “gerçekçi düşünce” olarak tanımlanmış davranışlarda bulunmak sûretiyle ölçü koymuş, ama sonuçta “fikr” ettiği [ham düşünce ürettiği] için kınanmıştır. Şu hâlde Kur’ân'daki “fikr” eylemi; bilimsel açıklamalardaki, hevânın ön plâna çıktığı “içe dönük düşünce”yi temsil ettiği gibi, “gerçekçi düşünce”yi de temsil etmektedir.


Bu bilgiler ışığı altında, Kur’ân'daki “fikr” ve “tefekkür” kavramları hakkında aşağıdaki tesbitleri yapmak mümkündür:
• Kur’ân bilinçli insanları muhatap aldığı için, Kur’ân'daki “fikr” ve “tefekkür”, bilinçli beynin ürünleridir.
• Kur’ân'daki “fikr”; bilinçli bir beyin tarafından üretilen, düşüncelerin ansızın kendiliğinden anımsandığı serbest çağrışımlardan başlayarak, değerlendirme, yargılama, ilke çıkarsama, problem çözme gibi biçimler ihtiva eden “gerçekçi düşünce”nin de içinde bulunduğu, düşünce çeşitlerinin genel adıdır.
• Kur’ân'daki “tefekkür”; yanlıştan sakındırıp doğruyu buldurmak sûretiyle gerçek başarıyı sağlayan “fikr”dir.



Bu son tesbitin bazı yanlış anlaşılmalara meydan vermemesi için, bir hususun belirtilmesinde yarar vardır: Gerçek başarının elde edilmesi, insanın oturduğu yerde tefekkür etmesi ile değil, tefekkür ile bulduğu doğruları hayatına geçirmesi, o doğrulara uygun davranması ile mümkündür. Nasıl ki, kuvveden fiile dönüşmeyen yanlış düşünceler sebebiyle bir kimsenin hesaba çekilip cezalandırılması söz konusu değilse, kuvveden fiile dönüşmeyen doğru düşünceler de kişiye ödül getirmez.


Gerek “fikr”, gerekse “tefekkür”, beynin düşünme fonksiyonunun ürünleri olduğu için, ancak algılanabilen varlıklar ve olaylar hakkında yapılabilir. Buna göre “fikr” ve “tefekkür”, Allah'ın yarattığı ve algılayabildiğimiz varlıklar için söz konusudur, ama sûret olarak vasıflandırılamayan ve şekil olarak hayal edilemeyen Allah hakkında mümkün değildir. Keza Kur’ân'da örneklemelerle, sembollerle anlatılan cennet, cehennem ve diğer detaylardan oluşan âhiret hayatı hakkında da, bizim bulunduğumuz boyuttan farklı bir boyutta bulunduğu (Ra‘d/35, İsrâ/60, Muhammed/15, İnsan/16), dolayısıyla da bizim algılayamadığımız bir âlem olduğu için, “fikr” ve “tefekkür” yapılamaz. Bundan başka “fikr” ve “tefekkür”, insan beyninin ürünleri olduğundan Allah için kullanılamaz. Yani, Allah'ın fikir sahibi olması veya tefekkür etmesi mantıksızdır, söz konusu edilemez.


Kur’ân, “tefekkür” dışında, insanlara gerçek başarının yolunu gösteren iki eylemin daha bulunduğunu bildirmiştir. Bu eylemlerden biri “akletmek”, diğeri de “vahye kulak vermek”tir:
10.Ve onlar derler ki: “Eğer biz dinlemiş olsaydık yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin ashâbı içinde olmazdık.”(Mülk/10)


 
44.Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten vahye kulak vereceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir. Aslında yol bakımından daha sapıktırlar/şaşkındırlar/aşağıdırlar.(Furkân/44)


 
“Tefekkür”ün alt basamağı mahiyetinde olan “akletmek”, Kur’ân'da mecazen “tefekkür” anlamında kullanılmıştır (Bakara/44, 73, 76, 164, 170, 171, 242; Âl-i İmrân/65, 118; Mâide/58, 103; En‘âm/32, 151; A‘râf/169; Enfâl/22; Yûnus/16, 42, 100; Hûd/51; Yûsuf/2, 109; Ra‘d/4; Nahl/12, 67; Enbiyâ/10, 67; Mü’minûn/80; Hacc/46; Nûr/61; Şu‘arâ/28; Ankebût/35, 63; Rûm/24, 28; Kasas/60; Yâ-Sîn/62, 68; Saffat/138; Mü’min/67; Zümer/43; Zuhruf/3; Hadîd/17; Câsiye/5; Hucurât/4 ve Haşr/14).



Ancak, “akletmek” [aklı kullanmak, akıl yürütmek] ve bu yolla “tefekkür”e ulaşmak herkesin yapabileceği bir şey olmayıp, bilginlere özgü bir beceridir. Yani, bilgisizler “tefekkür” edemezler:
43.Ve Biz, bu örnekleri insanlara veriyoruz. Onlara da bilginlerden başkası akıl erdiremez.(Ankebût/43)

 
Vahye kulak vermek ise, “vahyi kabul etmek ve onunla amel etmek”tir. Vahiydeki haberler, Muhbir-i Sâdık [Doğru Haberci] olan Allah tarafından bildirildiği için mutlak doğrudur. İnsanoğlu, vahiydeki haber ve uyarıların hepsine bilimsel bilgi olarak henüz ulaşamamış, onların doğruluğunu bilimle tesbit edememiştir. Ama vahyin haber ve uyarılarını kabul edenler, yani vahye kulak verenler, bu doğru haber ve bilgiler sayesinde kendilerini kurtarırlar. Yine vahye kulak verenler, zihinlerinde oluşan ham düşünce ve vesveseleri Kur’ân terazisinde tartarlarsa, yani Şeytan-ı Racîm'den Allah'a sığınırlarsa, zihinlerindeki yanlışları görme şansını elde ederler.


Vahye kulak vermek de, aynen “akletmek” gibi Kur’ân'da “tefekkür” anlamıyla kullanılmıştır (A‘râf/100, Yûnus/67, Nahl/65-69, Rûm/21-24, Secde/26, Enfâl/21-22, Kehf/101, Kaf/37).



Sonuç olarak, İslâm'ın çok önem verdiği “tefekkür”ün; düşünme yetisi başta olmak üzere insan beyninin birçok melekesinin, aynı anda ve en mükemmel şekilde kullanılması olduğu söylenebilir. Tefekkür için akledebilmek, akledebilmek için de bilgili olmak lâzımdır. Yani tefekkür, insanın bilgisini arttırır, insanı taklitçilikten kurtarır. Bilgi sayesinde de insan, iyi ile kötünün ayrımını yapar, daima kârlı çıkar ve doğru davranışları ile başkalarına da yol gösterir.


Tefekkürden bahseden ve tefekkür örneği içeren âyetler şunlardır: Bakara/219, 266; En‘âm/50; A‘râf/176, 184; Rûm/8, 21; Yûnus/24; Ra‘d/3; Nahl/10-11, 44, 69; Zümer/42; Câsiye/13 ve Haşr/21.


Allah, yerler ve gökler üzerinde bilgilenerek, tefekkür eden ve tevhide ulaşanlara İbrâhîm peygamberi örnek vermiştir:
75.Ve Biz, kanıt elde etmesi ve kesin inananlardan olması için İbrâhîm'e göklerin ve yerin mülkiyeti ve yönetimini böylece gösteriyorduk.
76.Bu nedenle İbrâhîm, üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü, “Bu, benim rabbimdir” dedi. Sonra yıldız batınca, “Ben batanları sevmem” dedi.
77.Sonra ay'ı doğarken görünce de, “Bu, benim rabbimdir” dedi. O da batınca, “Andolsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar toplumundan olurum” dedi.
78,79.Sonra güneşi doğarken görünce de, “Bu benim rabbimdir, bu daha büyük!” dedi. Sonra o da batınca, “Ey toplumum! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif; bâtıl inançlardan dönmüş biri olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene/yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi.(En‘âm/75-79)


 
ZİKİR
Rabbimiz burada Kendisinin anılmasından bahsetmektedir. Allah'ın zikri [anılması] ile ilgili A‘râf sûresi'nin sonunda yaptığımız açıklamanın[28] sonuç bölümünü aktarıyoruz:
Âyetlerden açık ve net olarak anlaşıldığı gibi, Yüce Allah Kendisini, babalarımızı andığımız gibi, hatta daha kuvvetle/şiddetle anmamızı emretmektedir. Bu durumda öncelikle babalarımızı nasıl andığımızı düşünmemiz gerekmektedir. Bir insanın herhangi bir sayaçla gece-gündüz “Baba, Baba...” diye diliyle babasını anması söz konusu olamayacağına göre, burada düğümü çözecek olan ipucu, babamızı anmamızın, onu düşünmemizin nasıl olması gerektiğindedir.


Evlâtlarına, “Oğlum/kızım, beni unutma!” diye tembih eden babaların bu sözle evlâtlarının kendilerini sayıklamalarını kastetmedikleri kesindir. O hâlde babalarımızı anmamız, onları düşünmemiz, onları aklımızdan çıkarmamamız, üzerimizdeki hakklarını düşünüp onlara olan maddî ve manevî sorumluluklarımızı hatırlamamız, sevgide ve saygıda kendilerine kusur etmememiz demektir.


“Zikrullah”ı, belirli sayıdaki ifade kalıplarıyla yapmayı doğru bulan zihniyetin, Allah'ın Bakara/152'de verdiği, Beni anın ki, Ben de sizi anayım mesajı hakkında ayrıca kafa yormaları ve Allah'ı, “Allah, Allah…” diye anan kimselerin, Allah'tan da kendilerini “kulum, kulum…” diye anmasını bekleyip beklemediklerini düşünmeleri gerekir.
Bu dini en iyi anlayan ve en iyi uygulayanların, Peygamberimiz ile o'nun çağdaşı olan ve dinî eğitimlerini o'ndan alan sahabe olduğu şüphesizdir. O güzide Müslümanlar bu âyetleri bugünkü tarikat, tekke ve tasavvuf anlayışıyla anlayıp uygulamamışlardır. Onların belirli sayılarla “Allah, Allah...” diye zikrettiklerini kimse duymamış, hiç bir kitap yazmamıştır. Onlar, kişinin aynasının “iş” olduğunun, lâfına bakılmayacağının bilincindeydiler. Bu nedenle de ömürlerini hep öğrenerek, öğreterek, Allah için mücâdele [cihad] ederek geçirmişlerdir.


Zikrullah/Allah'ın anılması, halk arasında uygulandığı şekliyle elde tesbîh, dil ile “Allah, Allah” demek değildir. Zikrullah/Allah'ın anılması, Allah'ın biz kulları üzerindeki hakklarını ve bize sunduğu nimetleri düşünmek, O'na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizi ikide bir kontrol etmek, verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemek ve daima bu bilinç içerisinde olmaktır.
Allah'ın bizden istediği de budur.[29]


Âyetteki, Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık ifadesindeki nidacı, “insanları Allah'a davet eden elçi ve Allah'ın indirdiği kitap”tır:
125.Rabbinin yoluna, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Şüphesiz Rabbin Kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, kılavuzlandıkları doğru yolda olanları da en iyi bilendir.(Nahl/125)


 
45-48.Ey Peygamber! Şüphesiz Biz, seni, bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Kendi izniyle/ bilgisiyle Allah'a bir davetçi ve ışık saçan bir kandil olarak gönderdik/elçi yaptık. Sen de inananlara, şüphesiz kendileri için Allah'tan büyük bir armağan olduğunu müjdele. Kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimselere ve münâfıklara itaat etme, onların verdiği eziyetleri bırak, önemseme. Ve sen, Allah'a işin sonucunu havale et. Ve “tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” olarak Allah yeter.(Ahzâb/45-48)


 
1-2.De ki: Bana vahyedildi ki, şüphesiz yabancılardan bir grup Kur’ân dinleyip de: “Şüphesiz biz, rüşde kılavuzluk eden hayret verici bir Kur’ân dinledik. Bundan dolayı, biz ona iman ettik ve Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak koşmayacağız.
(Cinn/1-2)*




*İşte Kuran, Al-i İmran Suresi






Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim