• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

38Sad Suresi 27-29, 49-64



Mealde Bozuntu Yapılan Ayetler



Sad Suresi 27-29, 49-64



Hatalı Çeviri:
27. Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline!
28. Yoksa biz, iman edip de iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya (Allah'tan) korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız?
29. (Resûlüm!) Sana bu mübarek Kitab'ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.

30. Biz Davud'a Süleyman'ı verdik. Süleyman ne güzel bir kuldu! Doğrusu o, daima Allah'a yönelirdi.

31. Akşama doğru kendisine, üç ayağının üzerine durup bir ayağını tırnağının üzerine diken çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştu.
32, 33. Süleyman: Gerçekten ben mal sevgisini, Rabbimi anmak için istedim, dedi. Nihayet güneş battı. (O zaman:) Onları (atları) tekrar bana getirin, dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.
34. Andolsun biz Süleyman'ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik, sonra o, yine eski haline döndü.
35. Süleyman: Rabbim! Beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz sen, daima bağışta bulunansın, dedi.
36, 37, 38. Bunun üzerine biz de, istediği yere onun emriyle kolayca giden rüzgârı, bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı diğer yaratıkları onun emrine verdik.
39. «İşte bu bizim bağışımızdır. İster ver, ister (elinde) tut; hesapsızdır» dedik.
40. Doğrusu onun, bizim katımızda büyük bir değeri ve güzel bir yeri vardır.
41. (Resûlüm!) Kulumuz Eyyub'u da an. O, Rabbine: Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet verdi, diye seslenmişti.
42. Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su (dedik).
43. Bizden bir rahmet ve olgun akıl sahipleri için de bir ibret olmak üzere ona hem ailesini hem de onlarla beraber bir mislini bağışladık.
44. Eline bir demet sap al da onunla vur, yeminini böyle yerine getir. Gerçekten biz Eyyub'u sabırlı (bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi kuldu! Daima Allah'a yönelirdi.
45. (Ey Muhammed!), Kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Ya'kub'u da an.
46. Biz onları özellikle ahiret yurdunu düşünen ihlâslı kimseler kıldık.
47. Doğrusu onlar bizim katımızda seçkin iyi kimselerdendir.
48. İsmail'i, Elyesa'yı, Zülkifl'i de an. Hepsi de iyilerdendir.

49. İşte bu, bir hatırlatmadır. Doğrusu Allah'a karşı gelmekten sakınanlara güzel bir gelecek vardır.

50. Kapıları yalnızca kendilerine açılmış Adn cennetleri vardır.
51. Onlar koltuklara yaslanıp kurularak orada bir çok meyveler ve içecekler isterler.
52. Yanlarında, eşlerinden başkasına bakmayan, kendilerine yaşıt güzeller vardır.
53. İşte, hesap günü için size vâdolunan şeyler bunlardır.
54. Şüphesiz bu, bizim verdiğimiz rızıktır. Ona bitmek ve tükenmek yoktur.
55. Bu böyle; ama azgınlara kötü bir gelecek vardır.
56. Onlar cehenneme girecekler. Orası ne kötü bir kalma yeridir.
57. İşte bu; kaynar su ve irindir. Onu tatsınlar.
58. Buna benzer daha türlü türlü başkaları da vardır.
59. (İnkârcıların liderlerine:) İşte bu sizinle beraber cehenneme girecek topluluktur (denildiğinde, liderler:) Onlar rahat yüzü görmesin (derler). Onlar mutlaka ateşe gireceklerdir.
60. (Liderlere uyanlar ise:) Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin! Onu bize siz sundunuz! Ne kötü bir yerdir! derler.
61. Yine onlar: Rabbimiz! Bunu bizim önümüze kim getirdiyse onun ateşteki azabını iki kat artır! derler.
62. (İnkârcılar) derler ki: Kendilerini dünyada iken kötülerden saydığımız kimseleri burada niçin görmüyoruz?
63. Alaya aldığımız onlar değil miydi? Yoksa (buradalar da) onları gözden mi kaçırdık?
64. İşte bu, cehennem ehlinin tartışması, şüphesiz bir gerçektir.






Doğru Çeviri:
27.Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna oluşturmadık. Bu, kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı şu kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişilerin vay hâline!

28.Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, yeryüzündeki o bozguncular gibi mi yaparız? Yoksa Allah’ın koruması altına girmiş o kimseleri din-iman tanımayıp kötülüğe batanlar gibi mi yaparız?

29.Bu, temiz akıl sahipleri onun âyetlerini arka arkaya dizerek düşünsünler ve öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz bereketli bir kitaptır.

49-52.İşte bu, bir öğüttür/ şereftir/ hatırlatmadır. Şüphesiz ki Allah’ın koruması altına giren kimseler için güzel bir dönüş yeri; içlerinde yaslanarak birçok meyve ve içecekler istedikleri ve de yanlarında hepsi de aynı yaşta, gözleri karşılarındakinden başkasını görmeyen hizmetçilerin bulunduğu, kapıları kendilerine açılmış olan Adn cennetleri vardır.

53.İşte bu, hesap günü için size vaat edilendir. –54.Hiç şüphesiz ki işte bu, Bizim rızkımızdır; ona hiç tükenmek yoktur.–

55,56.İşte! Şüphesiz azgınlar için de en kötü dönüş yeri; kendisine yaslandıkları cehennem vardır. –O ne kötü yataktır!– 57.İşte o kaynar su ve irindir. Artık onu tadıp dursunlar!

58.Ve onun şeklinden çifter çifter diğerleri vardır. 59.İşte bunlar da sizinle birlikte atılırcasına giren bir gruptur. Onlara bir rahat yok. Şüphesiz onlar cehenneme sallandılar.

60.Derler ki: “Hayır, asıl size merhaba; selam sabah yok. Cehennemi önümüze siz getirdiniz. O ne kötü bir duraktır!”

61.Derler ki: “Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki azabını kat kat arttır!”

62.Ve yine derler ki: “Kendilerini kötülerden saydığımız birtakım adamları niye göremiyoruz?63.Biz onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?”

64.Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/ davalaşması gerçektir.



27.Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna oluşturmadık. Bu, kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı şu kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişilerin vay hâline!

28.Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, yeryüzündeki o bozguncular gibi mi yaparız? Yoksa Allah’ın koruması altına girmiş o kimseleri din-iman tanımayıp kötülüğe batanlar gibi mi yaparız?

29.Bu, temiz akıl sahipleri onun âyetlerini arka arkaya dizerek düşünsünler ve öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz bereketli bir kitaptır.


Bu âyet grubu [27-29. âyetler] ayrı bir necm’dir. İçerdiği mesajlar evrensel bir beyanname mahiyetinde olup bu necm’in kendinden önceki ve sonraki âyetlerle herhangi bir bağı bulunmamaktadır. Ne var ki, sahabe Kur’ân’ı tertip ederken necm ayrımı yapmamış ve bu necm’i Dâvûd peygamber ile Süleymân peygamber kıssalarının arasına yerleştirmiştir. Böylece Peygamberimize örnek verilen kıssalar bölünmüş ve pasaj zor anlaşılır hâle gelmiştir. Bu necm’in, Dâvûd peygamber kıssası çerçevesinde olmadığı kesin olup pasaj içindeki konumu da anlaşılmaz hâldedir. Dolayısıyla, bu sûreyi ve bu âyetleri iyi anlayabilmek için 27-29. âyetlerin bağımsız olarak ele alınması gerekir.


Ancak tarih boyunca Kur’ân ile ilgili çalışma yapanlar konuya bu şekilde yaklaşmamışlardır. Bize göre bu kişiler ya mushafın sahabe tarafından tertip edildiğini bilmemekte ve tertibin Allah tarafından yapıldığına inanmaktaydılar ya da gerçeği bilmelerine rağmen bunu açıkça ifade etme cesaretini gösterememişlerdir.


Râzî’nin bu âyet grubu ile ilgili zorlama yorumunu alıntılayarak takdiri okuyucuya bırakıyoruz:


ÂYETLER ARASI MÜNÂSEBET:
Biz diyoruz ki: Birisi şöyle bir soru sorabilir: “Allah Teâlâ, bu sûrenin başında, kâfirlerden alaycı olan kimselerin, öldükten sonra dirilme ile Kıyâmeti inkâr etme hususunda, alabildiğince ileri gittiklerini ve Ey Rabbimiz! Hesap gününden evvel bizim amel defterimizi acele ver (Sâd/16) dediklerini nakletmiştir. Allah Teâlâ, onların böyle söylediklerini nakledince, bunun cevâbını vermemiş, tam aksine, Onlar ne derlerse sabret. Kulumuz Dâvûd’u hatırla (Sâd/17) demiştir. Halbuki, Kıyâmetin hakk oluşu ile, Dâvûd’dan (a.s) bahsetme arasında bir münasebetin olmadığı malumdur. Derken, Cenâb-ı Hakk, Dâvûd (a.s) kıssasını açıklamaya geniş yer vermiş, bu kıssanın akabinde de, Göğü, yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri ifadesini getirmiştir. Allah’ın hikmetini isbat etmenin, Dâvûd (a.s) kıssasıyla bir münasebeti olmadığı da malûmdur. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, gökleri ve yeri yaratmasında hikmet bulunduğundan bahsedip, haşir ve neşrin hakk olduğu meselesinin isbatını da buna dayayınca, bundan sonra, Kur’ân’ın şerefli, üstün, faydası ve hayrı çok bir kitap olduğunu belirten beyana yer vermiştir. Halbuki, bu kısmın da, önceki sözlerle ilgisi olmadığı meydandadır. Durum böyle olunca, bu bölümler birbirleriyle alâkası olmayan, birbirinden uzak birtakım bölüm ve fasıllar olmuş olur. Durum böyle olunca, burada bu noktada Kur’ân’ı kıymetli ve şerefli bir kitap olarak nitelemek nasıl yerinde olur?”



İşte sorunun tamamı bundan ibarettir. Buna cevap vererek şöyle deriz:

Hukemâ şöyle demiştir: “Bir kimse, câhil, ısrarlı, mutaassıp bir kimse ile karşı karşıya gelir ve bu kimsenin, o taassup ve ısrarına iyice daldığını görürse, bu kimsenin, o mesele ile ilgili olan sözünü yarıda kesmesi gerekir. Çünkü, bu kimse her ne zaman, o meseleyi daha çok izah etmek isterse, karşı tarafın, o meseleyi kabul hususunda duyacağı nefret de o nisbette fazlalaşır. Binâenaleyh, bu durumda uygulanacak metod, o meseleyle ilgili sözü burada kesmek ve o birinci meseleden tamamen uzak, yeni bir söze geçmek ve bu sözü, o mutaassıp kimseye, birinci meseleyi unutturacak bir biçimde uzatmaktır. Karşı tarafın zihni, bu yeni mesele ile meşgul olup, birinci meseleyi unuttuğunda, beri taraf, söz esnasında, bu yeni mesele içinde, birinci mesele ve matlûba uygun mukaddimeler sokar. Çünkü, bu mutaassıp kimse, bu esnada bu mukaddimeyi kabul edecektir. O bunu kabul edince de, beri taraf, o ilk meseleyi isbat hususunda bu uygun mukaddimeye tutunur. Böylece, o mutaassıp karşı taraf, susturulmuş ve yenilmiş olur.” Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Kâfirler, haşri, neşri ve Kıyâmeti inkâr hususunda istihzâvâri, Ey Rabbimiz! Hesap gününden evvel bizim amel defterimizi acele ver (Sâd/16) deme noktasına gelince, Cenâb-ı Hakk, “Ey Muhammed! Bu meseledeki sözü burada kes ve bu meseleden tamamen uzak olan başka bir söze başla, geç” demiştir ki, işte bu başka söz de Dâvûd (a.s) kıssasıdır. Çünkü, bu kıssanın haşr ve neşr meselesiyle alâkası olmadığı malumdur. Cenâb-ı Hakk bu kıssayı genişçe açıklayıp, kıssanın sonunda da, “Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde bir halîfe yaptık. Öyleyse sen de insanlar arasında adalet ile hükmet” (Sâd/26) buyurmuştur. Bu sözü duyan herkes, “Ne güzel yaptı! Çünkü o’na, adalet ile hükmetmesini emretti” diyecektir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk sanki, “Ben sana, sadece hakkı emretmedim. Tam aksine, Ben alemlerin Rabbi olmamın yanısıra, bir de, ancak adalet ile iş yaparım ve bâtıl ile hükmetmem!” demiştir. İşte bu noktada da, karşı taraf yine, “Ne güzel yaptı! Çünkü, ancak hakk ile hükmetti!” diyecektir. Binâenaleyh, bu noktada (karşı tarafa) “Allah’ın hükmünün, bâtıl ile değil, adalet ile olması gerektiğini kabul ettiğine göre, senin, haşr ve neşrin vâki olacağını da kabul etmen gerekir. Çünkü, şâyet böyle olmasa, o zaman, hayırlara kendisini ulaştırma hususunda kâfirin Müslümana tercih edilmiş olması gerekirdi ki, işte bu durum hikmetin zıddı ve bâtılın da tâ kendisi olurdu” denilir. Binâenaleyh, işte bu güzel ve ince metodla Cenâb-ı Hakk, karşı tarafın, kendisinden kurtulması mümkün olmayacak bir biçimde, haşri ve neşri inkâr edenlere karşı, kesin bir ilzam ve susturmayı murad etmiştir. Böylece, Kıyâmeti inkâr hususunda, onunla istihza etme derecesine çıkan bu karşı taraf işte bu yolla susturulmuş ve ilzam edilmiş olur. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân’da, ilzam etme hususunda işte bu ince metoddan bahsedince, pek yerinde olarak, Kur’ân’ı mükemmel ve üstün olarak tavsif ederek, İndirdiğimiz mübârek bir kitap buyurmuştur. Çünkü düşünmeyen, tefekkür etmeyen ve ilâhî muvaffakiyet kendisinin yardımına koşmayan kimseler, bu büyük Kur’ân’ın yüce sırlarına vakıf olamaz. Zira Kur’ân, gerçekte, âyetler arasındaki tertibin en mükemmelini ihtiva etmişken, o, işin zâhirine bakarak, Kur’ân’da bir sıranın bulunmadığını iddia etmektedir. Bu âyetlerin tefsiri hususunda kafamızda mevcut olan şeylerin tamamı bundan ibarettir. Muvaffakiyet Allah’dandır.[38]


Görüldüğü gibi Râzî, beşerî ilişkilerden örnek vermek sûretiyle “birbiri ile alâkası olmayan bölümler”e anlam kazandırma çabasındadır. İki kişi arasındaki tartışma için “belki” kabul edilebilir olan bu yöntem, Peygamberimiz ile müşrikler arasındaki tartışmanın konu edildiği ve Peygamberimizin maneviyatını yükseltmek ve o’nu yönlendirmek için kendisine geçmişten örneklerin verildiği bu pasajda, Yüce Allah’ın, verdiği iki örneğin arasında konu ile alâkasız bir bildiride bulunduğu anlamına gelir ki, bu kabul edilemez. Çünkü bu durum, Kur’ân’ın iniş ve tebliğ ölçüleriyle bağdaşmaz.


Bu genel açıklamadan sonra tekrar âyetlerin tahliline dönüyoruz.



27.Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna oluşturmadık. Bu, kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı şu kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişilerin vay hâline!

Evrenin amaçsız yaratılmadığı, aksi düşüncenin ise belirli birkaç kâfirin zannı [sanısı] olduğu vurgulanan âyette, iki ince nokta daha vardır. Bu iki noktayı şöyle açıklayabiliriz:


Birinci nokta, Türkçe’ye “şu” işaret zamiri ile çevirdiğimiz ellezîne ism-i mevsulüdür. İsm-i mevsul, muarrafattan [belirtili varlıklar için kullanılan sözcüklerden] olduğu için âyetteellezîne ism-i mevsulü ile işaret edilen kişilerin o gün toplum içinde tanınan bir takım beyinsizler olduğu anlaşılmaktadır.


İkinci nokta da zann sözcüğüdür. Cümledeki konumu itibariyle buradaki zann sözcüğü, 24. âyetteki zann sözcüğünden farklı anlamdadır. Dikkat edilirse burada sözcük hem bir “yergi cümlesi” içinde yer almış, hem de te’kitsiz [“inne” veya “enne” olmadan] kullanılmıştır. Dolayısıyla 24. âyette “yakîn” [kesin bilgi] anlamına gelen sözcük buradazann sözcüğünün diğeri anlamı olan “sanı, kuşku” anlamına gelmektedir. Bu anlama göre, evrenin boşuna yaratılmadığı gerçeğinin aksini savunan “şu inançsızlar”ın bu iddiaları bilimsel değildir [kesin bilgiye dayanmamaktadır], sadece kendi sanılarıdır. Çünkü bilimsel olarak incelenip “yakîn” ölçüsünde bilgiye sahip olunduğunda tesbit edilebilir ki, evren boş ve gereksiz yere yaratılmamıştır.


Evrenin yaratılma amacıyla ilgili Kur’ân’da birçok âyet bulunmaktadır:

115.Peki siz, Bizim sizi sadece boş yere oluşturduğumuzu ve şüphesiz sizin yalnızca Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?(Müminûn/115)


38.Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındakileri oyun oynayanlar olarak oluşturmadık.
39.Biz, o ikisini sadece hak/ gerçek ile oluşturduk. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.
40.Şüphesiz ki, Ayırma Günü onların hepsinin buluşma yeridir/ kararlaştırılmış buluşma vaktidir.(Duhân/38-40)


8.Kendi içlerinde hiç düşünmediler mi ki, Allah göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre için oluşturmuştur? Ve şüphesiz insanlardan çoğu, Rablerine kavuşmayı kesinlikle bilerek reddedenlerdir/ inanmayanlardır.(Rûm/8)


85.Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve aralarındaki şeyleri ancak hak/gerçek ile oluşturduk ve elbette ki, o kıyâmet, kesinlikle kopacaktır. Şimdi sen aldırış etme ve güzel muamele et.(Hicr/85)


36.Yoksa o insan başıboş bırakılacağını mı sanır?(Kıyâmet/36)


190-194.Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: “Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş’in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına işyapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi “iyi adamlar” ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin” diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır.(Âl-i İmrân/190-194)



28.Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, yeryüzündeki o bozguncular gibi mi yaparız? Yoksa Allah’ın koruması altına girmiş o kimseleri din-iman tanımayıp kötülüğe batanlar gibi mi yaparız?

Yani, siz iyi bir insan ile kötü bir insanın sonunun aynı olacağını mı sanıyorsunuz? Bu ifadeler, âhirette kötülerin iyilerle bir tutulacağına, hatta belki de iyilerden daha üstün konumda olacaklarına inanan ve “Mürcie” adıyla bilinen kimselerin[39] bu inançlarının bâtıl olduğunu göstermektedir.
Âhirette ceza ve mükâfatın olmaması hâli, Allah’ın adaletine kesinlikle ters düşen bir durumdur. Bu çarpık anlayışa göre, iman edip her türlü musibeti ve belâyı göze alarak doğru davranışlarda bulunanların aptal, günahı meslek edinip her türlü kötülüğü işleyenlerin de akıllı sayılmaları gerekir. Böyle bir anlayış, Yüce Allah’a yapılan pervasızca bir bühtan olur.



29.Bu, temiz akıl sahipleri onun âyetlerini arka arkaya dizerek düşünsünler ve öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz bereketli bir kitaptır.

مبارك [mübârek] sözcüğü, “hayır ve mutluluğu bollaştıran” demektir.[40] Âyet kısaca, bu eşsiz Kitap ile ilişki kuranların, her türlü yararı; maddî ve manevî bolluğu elde edeceğini bildirmektedir.



49-52.İşte bu, bir öğüttür/ şereftir/ hatırlatmadır. Şüphesiz ki Allah’ın koruması altına giren kimseler için güzel bir dönüş yeri; içlerinde yaslanarak birçok meyve ve içecekler istedikleri ve de yanlarında hepsi de aynı yaşta, gözleri karşılarındakinden başkasını görmeyen hizmetçilerin bulunduğu, kapıları kendilerine açılmış olan Adn cennetleri vardır.
53.İşte bu, hesap günü için size vaat edilendir. –54.Hiç şüphesiz ki işte bu, Bizim rızkımızdır; ona hiç tükenmek yoktur.–


Bu paragrafta Yüce Rabbimiz, –sûrelerin çoğunda olduğu gibi– dikkatleri yeniden âhirete çekmektedir. Bu âyetler içinde yer alan ve 49-54. âyetlerden oluşan birinci grupta “muttakîler tablosu”, 55-64. âyetlerden oluşan ikinci grupta da “azgınlar tablosu” canlandırılmıştır.


“Muttakîler tablosu” olarak isimlendirdiğimiz cennet tasvirleri, ileride daha bir çok âyette farklı ayrıntılarla karşımıza gelecektir. Bunlardan bir bölümünü, rağbet ettirmek amacıyla burada aktarıyoruz:

55.Gerçekten cennetin ashâbı bugün gönül şenliği sürerek bir uğraşı içindedirler.
56.Kendileri ve kendilerine sunulan refakatçı eşler, gölgeler içinde koltuklar üzerine kurulmuşlardır.
57.Yalnızca onlara, orada meyveler vardır. İsteyecekleri her şey de onlarındır.(Yâ-Sîn/55-57)


31-37.Kesinlikle Allah’ın koruması altına girmiş kişiler için, Rabbinden; göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbinden; Rahmân’dan [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’tan] bir karşılık ve yeterli bir bağış olarak korunaklar/ kurtuluş mekânları; sulak bağlar-bahçeler, üzümler, hepsi bir seviyede tomurcuklar; çiçek bahçeleri, dolu dolu su kapları vardır. Onlar, orada boş bir söz ve yalan duymazlar. –Onlar, O’nun huzurunda söz söylemeye güç yetiremezler.–(Nebe/31-37)


35.Şüphesiz Biz, kirazı, muzu, gölgeleri, fışkıran suyu öyle bir yaratışla yarattık. 36-38Ki onları, sağın ashâbı için albenili ve hepsi bir ayarda hiç dokunulmamışlar yaptık.(Vâkıa/35-38)
56.Oralarda, daha önce bildik, bilmedik, geçmiş, gelecek hiç kimse tarafından dokunulmamış; el ve göz değmemiş, bakışlarını dikenler vardır.(Rahmân/56)


76.Yeşil yastıklara ve “Abkari” sergilere; hârikulâde güzel işlemeli döşeklere yaslananlar olarak…(Rahmân/76)


41-49.İşte Allah’ın arıtılmış kulları, kendileri için belli bir rızık/meyveler olanlardır. Bol nimet cennetlerinde karşılıklı olarak tahtlar üzerinde ikram görenlerdir. İçenlere lezzet veren, pınardan doldurulmuş, kendisinde zararlı bir yön olmayan, sarhoşluk da vermeyen bembeyaz bir kadehle onların etrafında dolaşılır. Yanlarında da gözlerini kendilerine dikmiş iri gözlüler vardır. Korunmuş yumurta gibidir onlar.(Sâffat/41-49)


Burada dikkat edilmesi gereken iki husus vardır. Bunlardan birincisi, cennet tasvirlerinin birer örnekleme olduğu (Bakara/25, Ra‘d/35, Muhammed/15) hususu, diğeri de bu tasvirlerin çok sıcak olan ve suyu, sebzesi, meyvesi kıt bir ülkede yaşayan Araplara yönelik yapıldığı hususudur. Kur’ân’ın iniş dönemindeki muhatapların Araplar değil de yeşilliği, suyu, sebzesi, meyvesi bol ve serin bir ülkenin halkı olması durumunda, cennet tasvirlerinin de o ülke halkını imrendirecek nitelikler içereceğinin düşünülmesi gerekir. Burada asıl anlatılmak istenen, insanları mutlu edecek her türlü imkânın cennette mevcut olduğudur.



55,56.İşte! Şüphesiz azgınlar için de en kötü dönüş yeri; kendisine yaslandıkları cehennem vardır. –O ne kötü yataktır!– 57.İşte o kaynar su ve irindir. Artık onu tadıp dursunlar!
58.Ve onun şeklinden çifter çifter diğerleri vardır.


Bu âyet grubunda mükezziblerin [yalanlayanların] karşılaşacakları şartlar kısaca anlatılmaktadır. Böylece, diğer sûrelerdeki gibi, burada da önce vaat, arkasından vaîd; yani önce terğîb [özendirme], sonra da terhîb [korkutma] sıralaması uygulanmış olmaktadır.


HAMÎM ve ĞASSÂK: حميم[hamîm], “kaynar su”; غسّاق [ğassâk] ise, “yaradan akan sarı su; irin, cerahat akıntısı” demektir. Ğassâk sözcüğü bundan başka, “tiksindirici derecede kokan, kokuşmuş nesne” ve “yılan ve akrep zehiri” için de kullanılır.[81]


Demek oluyor ki, muttakîler cennette her türlü konfor ve nimetler içinde mutlu yaşarlarken, mükezzibler cehennemde, kaynar su, irin, iğrenç kokular ve yiyecekler içinde bulunacaklardır.


Mükezziblerin cehennemde hamîm ve ğassâk ile (ikisi bir arada) cezalandırılmaları, bir başka sûrede daha yer almıştır:

21,22.Kuşkusuz cehennem, azgınlar için son varılacak yer olarak, gözetleme/pusu yeri olmuştur.
23.Orada darlık/kıtlık içinde kalacaklardır.
24.Orada bir serinlik ve içecek bir şey tatmazlar.
25,26.Ancak yaptıklarına uygun bir ceza olarak bir kaynar su ve irin tadarlar.
27.Şüphesiz onlar, hesabı ummazlardı.
28.Ve âyetlerimizi/alâmetlerimizi/göstergelerimizi yalanladıkça yalanladılar.
29.Oysa Biz her şeyi yazarak saydık, döktük.
30.–Haydi tadın! Bundan böyle size azaptan başka bir şey artırmayacağız.–(Nebe/21-30)


Ğasak sözcüğünün bir de “aşırı derecede soğuk” anlamı vardır[82] ki, âyette sözcüğün bu anlamda kullanıldığı düşünülürse, cehennemde hamîm‘in karşıtı olarak soğuk ile de azap edileceği anlaşılır.


Nitekim Rabbimizin, cennette muttakîlerin soğuk [zemherir] görmeyeceklerini bildirmesi; ğassâk’ın, “aşırı soğuk” anlamında kabul edilmesinin yanlış olmadığını göstermektedir:

… orada bir güneş de, dondurucu bir soğuk da görmeyecekler …(İnsan/13)


Ve onun şeklinden çifter çifter diğerleri vardır.

Bu âyet, cehennemde başka azapların da var olduğunu bildirmektedir. Âyetteki, Ve onun şeklinden ifadesi, tadılan azaba benzer ama değişik, çok çeşitli başka azaplar olduğunu veya 57. âyette zikredilen “kaynar su” ve “irin” gibi içecek cinsinden daha nicelerinin var olduğunu anlatmaktadır.


Bu konuda, kıraat [okunuş] farklılıkları sebebiyle oluşan değişik görüşleri Râzî şöyle aktarmıştır:

Ebû Amr, آخر[âharu] sözcüğünü اُخرى[uhrâ] kelimesinin çoğulu olarak, elif’in zammesi ile اُخرُ[uharu] şeklinde okumuştur. Buna göre mana, “çeşitli diğer azablar” şeklindedir. Bu aynı zamanda, Mücâhid’in de kıraatidir. Diğer kıraat imâmları ise bunu, müfred sîga ile, “diğer bir azab” şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraate göre mana, “Tadılan bu azabın şeklinde, tadılacak diğer azablar, yani, şiddet ve korkunçluk bakımından bunun gibi azablar…” şeklindedir. Buna göre, âyetteki ezvâc, “ecnâs” [aynı cinsten azablar] manasınadır. İkinci kıraate göre ise mana, “Ya diğer bir azab, yahut tadılacak diğer bir şey…” manasınadır. Bu durumda أزواج [ezvâc], âher’in sıfatı olur. Çünkü bu azabın çeşitli olması mümkündür. (Dolayısıyla sıfatı cemî olarak gelmiştir.) Yahut da, her üç kelimenin, yani hamîm, gassâk ve âher kelimelerinin hepsinin birden sıfatıdır.[83]


59.İşte bunlar da sizinle birlikte atılırcasına giren bir gruptur. Onlara bir rahat yok. Şüphesiz onlar cehenneme sallandılar.
60.Derler ki: “Hayır, asıl size merhaba; selam sabah yok. Cehennemi önümüze siz getirdiniz. O ne kötü bir duraktır!”
61.Derler ki: “Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki azabını kat kat arttır!”
62.Ve yine derler ki: “Kendilerini kötülerden saydığımız birtakım adamları niye göremiyoruz? 63.Biz onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?”
64.Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/ davalaşması gerçektir.


Bu âyet grubunda gözler önüne bir cehennem sahnesi getirilmiş ve canlı bir anlatım sergilenmiştir. Sahnedeki oyuncular, dünyada iken müminlere karşı birbirleriyle işbirliği yapan, onlara üstünlük taslayan, onların cennete ilişkin inançlarını alaya alan ve çağrılarına gülüp geçen, buna karşılık birbirlerini seven, birbirlerinin dostu ve birbirlerini ayartan kişilerdir. Bu kişiler cehennemde birbirlerini suçlamaya başlamışlar, birbirlerine düşmüşler, birbirlerini görmek istemez bir hâle gelmişlerdir.


Âyette geçen مقتحم[muktehimün] sözcüğünün kökü, –daha önce Beled sûresi’nde de geçmiş olan– اقتحام[iktihâm] sözcüğüdür. İktihâm, “kendisi için zor ve meşakkatli bir işe yönelmek, çetin bir işe girişmek” demek olup, bu sözcükten türemiş olan kahame, yekhumu, kuhumen, iktehâme, iktihâmen, tekahheme, tekahhumen gibi ifadelerin hepsi de kişinin, büyük işlere giriştiğini, zor görevlere teşebbüs ettiğini, zorlukları göğüslediğini ifade eder.[84]


Buradan anlaşılmaktadır ki, cehenneme girenler, oraya girebilmek için bir hayli emek sarf etmişler, ter dökmüşlerdir. Kısacası, bilinçli bir çalışma ile hakk ederek oraya girmişlerdir. Yoksa orada kendi istekleri dışında bulunmamaktadırlar. Bu ifadelerdeki alaycı üslûp dikkat çekicidir.


İşte bunlar da sizinle birlikte atılırcasına giren bir gruptur. Onlara bir merhaba [rahat] yok.

Bu ifade, cehennemliklerin liderlerinin söyledikleri sözleri nakletmektedir. Bunun böyle olduğunun delili, sonraki âyette, bu liderlere tâbi olanların, Hayır, asıl size merhaba yok. Onu [cehennemi] önümüze siz getirdiniz sözleriyle onlara cevap vermeleridir.


Buradaki لا مرحبا [merhabâ yok] deyimi, liderlerin, kendilerine tâbi olanlara yönelttikleri bedduayı dile getirmektedir. Merhabâ sözcüğü, “darlık ve sıkıntı olmayan, rahat bir yere geldin” veya “Sen yurduna geldin” manasında olup,[85] lehlerine dua edilen kimselere söylenir. Bu sözcüğü beddua hâline dönüştürmek için ise, başına lâ edatı getirilir.


Tâbi olanların, uğradıkları beddua karşısında, Hayır, asıl size merhaba yok demeleri, “Ey liderler! Bize beddua ettiğiniz bu söze siz daha lâyıksınız” anlamına gelmektedir. Tâbi olanlar bu sözlerinin gerekçesini de hemen açıklamışlardır: Onu [cehennemi] önümüze siz getirdiniz.


Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki azabını kat kat artır!


Tâbi olanların 61. âyette dile getirdikleri bu talep, benzer sözlerle A‘râf ve Ahzâb sûrelerinde de yer almaktadır:

38.Allah, “Sizden önce geçmiş tanıdığınız-tanımadığınız ateş içindeki önderli toplumların içine girin!” der. Her toplum girdikçe kardeşini dışlayıp gözden çıkarır. Sonunda hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında, “Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver” derler. Allah, “Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz” der.
39.Öncekiler de sonrakilere, “Sizin bize karşı fazlalığınız yoktur. O hâlde yaptıklarınızdan dolayı azabı tadın” derler.(A‘râf/38-39)


64-66.Kesinlikle Allah, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenkimseleri dışlayıp gözden çıkarmış ve içinde sonsuz olarak kalmaları için, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada, bir koruyucu yakın ve yardımcı bulamazlar. Yüzleri ateş içinde evrilip çevrildiği gün, “Ah keşke Allah’a itaat etseydik, elçiye itaat etseydik!” diyecekler.
67,68.Ve dediler ki: “Ey Rabbimiz! Şüphesiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve kendilerini tam anlamıyla dışla/rahmetinden mahrum bırak.”(Ahzâb/64-68)


Ve yine derler ki: “Kendilerini kötülerden saydığımız bir takım adamları niye göremiyoruz? Biz onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?”

Bu âyetle sahne değişmiş ve cehennemlikler dünyada kendilerine karşı üstünlük tasladıkları, hakklarında kötü düşündükleri, cennete ilişkin inançlarını alaya aldıkları müminleri aramaya başlamışlardır. Ne var ki, alaya alıp aşağıladıkları ve cehennemde kendileri ile birlikte olmaları gerektiğini düşündükleri bu kişileri orada görememenin şaşkınlığını yaşamaktadırlar.


Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/davalaşması gerçektir.

Cehennemlikler arasındaki bu suçlamalar Rabbimiz tarafından “davalaşma” olarak isimlendirilmiştir. Çünkü bu kişilerin birbirleri aleyhinde taleplerde bulunması ve yapılan karşılıklı suçlamalar, birbirini dava etmiş kişilerin mahkeme salonundaki çekişmelerini andırmaktadır.*



*İşte Kuran, Sad Suresi



Site Haritası
Takvim