• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

23Necm Suresi 19-28




Hatalı Çevrilen Ayetler


23Necm Suresi 19-28


Örnek Meal:
19. Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ'yı?
20. Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât'ı.
21. Demek erkek size, dişi O'na öyle mi?
22. O zaman bu, insafsızca bir taksim!
23. Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.
24. Yoksa insan, her arzu ettiği şeye sahip mi olacaktır?
25. Ahiret de dünya da Allah'ındır.
26. Göklerde nice melek var ki onların şefaatleri, dilediği ve hoşnut olduğu kimse için Allah'ın izin vermesi dışında, bir işe yaramaz.
27. Ahirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar.
28. Halbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.


Doğru Çeviri:
19,20Buna rağmen, hiç düşündünüz mü Lât ve Uzzâ'yı, diğer üçüncü Menât'ı?53
21Erkek sizin için, dişi Allah için mi? 22İşte bu, bu şekilde olursa, eksik/ haksız bir bölüştürmedir. 23Bunlar, Allah, haklarında bir kanıt indirmediği hâlde sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka şeyler değildir. Andolsun, onlara, Rablerinden doğru yolun kılavuzluğu geldiği hâlde onlar, sadece zanna, bir de nefislerinin hoşlandığı şeylere uyuyorlar.
24Yoksa insan için, her özleyip hayal ettiği mi var? 25Âhiret de, dünya da Allah'ındır. 26Ve göklerde nice melekler54 var ki, Allah'ın, dilediği ve hoşnut olduğu kimse için izin vermesinden sonraki durum dışında, yardımları, kayırmaları55 hiçbir işe yaramaz. 27O âhirete inanmayanlar, melekleri kesinlikle dişilerin isimlendirilmesiyle isimlendiriyorlar. 28Oysaki onların bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Onlar yalnızca zanna uyuyorlar. Zan ise “Hak”tan hiçbir şey kazandırmaz.





19,20) Buna rağmen, hiç düşündünüz mü Lât ve Uzzâ'yı, diğer üçüncü Menât'ı?

İhlâs suresinde Rabbimiz bir ilâhta bulunması gereken özellikleri bildirerek bize kendini tanıtmış ve tevhit konusunda ilk dersini vermiş idi. Necm suresinin ilk on sekiz ayetinde [yeni bir necmde] ise tevhit konusuna bir parantez açılmış ve müşriklerin "Kur’ân'ı Muhammed uyduruyor, hevasından konuşuyor, o saptı, şaştı" şeklindeki iddiaları, inmiş ve inmekte olan Kur’ân ayetleri kanıt gösterilerek reddedilmiştir.
19. ayetten itibaren ise İhlas suresinde belirtilmiş olan nitelikler kapsamında, Allah'ı tanıma [tevhit] konusuna devam edilmiş, Mekke müşriklerinin inançları masaya yatırılmış, ilâh ve melek anlayışları tahlil edilmiş ve sahip olunması gereken doğru inanç şekli belirlenmiştir.

19 ve 20. ayetlerde zımnen denmektedir ki; "Gerçek Rabb; Ehad, Samed, doğurmamış ve doğurulmamış, kendisine hiçbir şeyin denk olmadığı Allah iken, şu sizin ilâhlarınız Lât, Uzza ve diğer üçüncüsü olan Menat'ı gördünüz mü? Hiç onları düşündünüz mü? Bir düşünün, onlardan ilâh olur mu? Siz bu basit şeyleri nasıl olur da Ehad, Samed, doğurmamış ve doğurulmamış, kendisine hiçbir şeyin benzemediği Allah'a ortak tutarsınız?"

Lât, Uzza ve Menat isimlerinin yapıları ve anlamlarıyla ilgili geniş açıklamalar yapılabilecekken biz üçü de dişil birer sözcük olan bu isimler hakkında ansiklopedik düzeyde bilgi verip detaya girmeyeceğiz. Bu isimlerin dişil olmalarının nedeni, Arapların bunları birer melek, melekleri de Allah'ın kızları olarak kabul etmelerinden ileri gelmektedir.

Lât: Taif'te, kapısında nöbetçi ve bakıcıları bulunan bir bina içindeki beyaz, işlenmiş kumaşla üstü örtülü bir kaya idi. Taif halkı [Sakif kabilesi], Kâbe'den sonra en üstün tapınağın Lât olduğuna inanır ve onunla Kureyş dışındaki kabilelere karşı övünürdü.

"el-Lât" sözcüğü dişildir. Sözcüğün sonundaki "ت T" harfi müenneslik [dişillik] işaretidir. Cümle içindeki vakıf [duruş] hâllerinde müennes takı olan " ة t" harfi, kural olarak " ه h" harfine dönüştüğünden, "el Lât" sözcüğünün duruş hâllerinde "Allah" olarak okunmaması için " ة t" harfi, büyük harf olarak " ت T" şeklinde yazılmaktadır.

Uzza: Mekke ile Taif arasındaki Nahle denilen yerde, bir bina içinde bulunan bir ağaç idi. Taş olduğu da söylenmektedir. Kureyş kabilesinin saygı gösterdiği bu nesnenin üzeri örtülü idi. Günümüzde Kâbe'nin üzerine örtü örtülmesi, bize bu cahilî geleneğin devam ettiğini düşündürmektedir.

Menat: Mekke ile Medine arasında Müşellel denen bir yerde bulunuyordu. Bu bir kaya [heykel] idi. Huzaa, Evs ve Hazreç kabileleri bu kaya-heykele saygı gösterir, hacca buradan başlarlar ve önünde yağmur dilerlerdi.

Müşrikler kutsal saydıkları bu putlar adına yemin ederler, çocuklarına Abdullât [Lât'ın kulu], Abduluzza [Uzza'nın kulu] ve Abdümenat [Menat'ın kulu] gibi isimler takarlardı.

Bunlardan başka çeşitli kabilelerin kendilerine özgü, kapıcıları ve bakıcıları olan birçok putları ve tapınakları vardı. Kâbe'ye yaptıkları gibi bunlara da kurban keserlerdi. Ayette özellikle bu üç putun adının anılması, Hicaz yöresinde çok kimse tarafından ortak tapınılan birer tanrı olmalarındandır.


21Erkek sizin için, dişi Allah için mi? 22İşte bu, bu şekilde olursa, eksik/ haksız bir bölüştürmedir. 23Bunlar, Allah, haklarında bir kanıt indirmediği hâlde sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka şeyler değildir. Andolsun, onlara, Rablerinden doğru yolun kılavuzluğu geldiği hâlde onlar, sadece zanna, bir de nefislerinin hoşlandığı şeylere uyuyorlar.



21Erkek sizin için, dişi Allah için mi? 22İşte bu, bu şekilde olursa, eksik/ haksız bir bölüştürmedir.

Bu ayetlerde putperestlere inançlarının yanlışlığı bildirilmektedir: "Siz kızların noksan, erkeklerin tam varlıklar olduğuna inanıyorsunuz. O halde noksan olan şeyleri nasıl oluyor da noksanlıklardan arınık olan Allah'a yakıştırıyorsunuz? Siz çok akılsız birilerisiniz ki, taşı-toprağı, basit nesneleri kendinize ilâh ediniyorsunuz, sonra da kendinizi mükemmelliğe daha uygun görüp mükemmel saydığınız erkek çocukları kendinize uygun buluyorsunuz. Hâlbuki sizin anlayışınıza göre mükemmel, mükemmel olana; değersiz de âciz ve hakir olana olmalı değil midir?"

O günün müşriklerinin bu tarz yanlış inançları Kur’ân'ın başka yerlerinde de açıklanmıştır:

Ya da kızlar O'na, oğullar size mi? [Tur/39]

Ve onlar, Allah'a kızlar isnat ediyorlar. –Allah, bundan arınıktır.– Kendileri için de iştahlandıkları oğlan çocukları vardır. Ve onlardan biri kız doğum haberi ile müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen haberin kötülüğü dolayısıyla toplumundan gizlenir; aşağılık ve horluğa rağmen kızı yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat edin, onların verdikleri hüküm/töreleri ne kötüdür! Ve beğenmediklerini Allah için ayırırlar. Ve dilleri, en güzelin kendilerine ait olduğunu, yalan yere söyler durur. Hiç şüphesiz onlar için ancak ateş vardır ve onlar, önden itileceklerdir. [Nahl/57-59,62]


23Bunlar, Allah, haklarında bir kanıt indirmediği hâlde sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka şeyler değildir. Andolsun, onlara, Rablerinden doğru yolun kılavuzluğu geldiği hâlde onlar, sadece zanna, bir de nefislerinin hoşlandığı şeylere uyuyorlar.

"ظنّ zann"; yakin’in [kesin bilginin] karşıtı olan, bilimsel olmayan, sonu ve sonucu bilinmeyen demektir. Meselâ Araplar, içinde su olup olmadığını bilmedikleri kuyuya "bi'ri zanun" derler. [Lisanü’l Arab, "z n n" mad.] "Zann" sözcüğünün en güzel açıklaması, zıt anlamlısı olan yakin sözcüğü ile birlikte yer aldığı Casiye suresinin 32. ayetinde verilmiştir:

Şu kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş olan şu kimselere gelince de, "Peki size âyetlerim okunmadı mı da siz büyüklük tasladınız ve günah işleyen bir toplum oldunuz? Ve ‘Allah'ın sözü kesinlikle gerçektir; ve kıyâmet anına gelince, onda kuşku yoktur’ denildiğinde, ‘Kıyâmet anının ne olduğunu bilmiyoruz, yalnızca biz, sadece zannediyoruz, kesin bir bilgi edinmiş değiliz’ dediniz. [Casiye/31,32]

Müşriklerin "zann"dan sonraki ikinci yanlışları, canlarının istediği şeye, yani işlerine gelene inanmaktır. Değişken, bugün başka türlü, yarın başka türlü olan bu inanış, günümüzde "İnandığın gibi yaşamazsan yaşadığın gibi inanmaya başlarsın" özdeyişi ile ifade edilmektedir.

Dolayısıyla bu ayet, putların ilâh edinilmesinin sebebinin zanna ve nefislerin arzularına tâbi olmaktan kaynaklandığını bildirmektedir.

Ayetin sonunda yer alan "Ant olsun, onlara Rablerinden hidayet geldi" ifadesindeki "hidayet" bize göre insanları zandan kurtarıp gerçeğe ulaştıracak olan "indirilen mesajlar, gönderilen peygamberler ve bahşedilen sağduyu"dur.



24Yoksa insan için, her özleyip hayal ettiği mi var? 25Âhiret de, dünya da Allah'ındır. 26Ve göklerde nice melekler var ki, Allah'ın, dilediği ve hoşnut olduğu kimse için izin vermesinden sonraki durum dışında, yardımları, kayırmaları hiçbir işe yaramaz. 27O âhirete inanmayanlar, melekleri kesinlikle dişilerin isimlendirilmesiyle isimlendiriyorlar. 28Oysaki onların bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Onlar yalnızca zanna uyuyorlar. Zan ise “Hak”tan hiçbir şey kazandırmaz.




24. Ayet:

24Yoksa insan için, her özleyip hayal ettiği mi var?

"Cevabı istenmeyen soru" şeklindeki ifadelerle ilgili gerekli açıklama daha önce yapılmıştı. Burada da aynı kural geçerlidir.

Âyetin orijinalinde geçen " تمنىtemenna" sözcüğünün kökü " مm نn ىy" olup asıl anlamı "ölçme, ayarlama" demektir. [Lisanü’l Arab, "مm نn ىy" mad.] Bu kökten türemiş olan " امنيةümniyye" ve " امانىemâniyye" sözcükleri, "herhangi bir belgeye bilgiye dayanmadan kişinin arzuları doğrultusunda çıkarlarına uygun olarak yaptığı ayarlar, ölçümlemeler, beklentiler; inanış/inanışlar" demektir. Biz buna kısaca "kişisel kuruntular" diyebiliriz.

Sözcüğün bu anlamı, Kalem ve Müddessir surelerinde Rabbimiz tarafından ayrıntılı olarak açıklanmıştır:

Kalem/36- 41:

36Neyiniz var, nasıl hükmediyorsunuz? 37,38Yoksa içinde, ders aldığınız şeyler: "Siz bu âlemde neyi seçerseniz/beğenirseniz o kesinlikle sizin olacak" garantisi verilmiş olan size ait bir yazılı belge mi var? 39Ya da size karşı kıyâmet gününe kadar sürecek, "Siz her ne hüküm verirseniz kesinlikle öyle olacak" diye üzerimizde yeminler/taahhütler; üstlenmeler mi var?
40Sor bakalım âhireti yalanlayan o kişilere, içlerinden böyle bir şeyi hangisi garanti etmektedir? 41Yoksa onların ortakları mı var? O hâlde ortaklarını getirsinler, eğer doğrulardan iseler.

Müdessir/15-25:

15Tüm bunlardan sonra hırs ile Benim daha da arttırmamı istiyor. 16Kesinlikle onun düşündüğü gibi değil! Şüphesiz o, Bizim âyetlerimize/alâmetlerimize/göstergelerimize karşı bir inatçı kesildi. 17Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım. 18-25Şüphesiz o, düşündü ve ölçü koydu. –Artık o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu! Yine o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu!– Sonra baktı. Sonra yüzünü buruşturdu, kaşlarını çattı. Sonra, arkasını döndü ve böbürlendi de: "Bu, söylenti hâlinde gelen bir büyüden başka bir şey değil. Bu, beşer sözünden başka bir şey değil" dedi.

Bu sözcüğü ileride Bakara/78, 111; Nisâ/119, 120, 122, 123: Hadîd/14 ve Hacc/52. âyette de göreceğiz.

Soru şeklindeki bu ifade ile herkesin canının istediği gibi inanıp yaşayamayacağı, yaşamın mutlaka Allah'ın koyduğu kurallara göre düzenlenmesi gerektiği, aksinin söz konusu olmadığı, kimsenin kendi çıkarı için kural üretemeyeceği ve kendi tercihlerini mubah göremeyeceği anlatılmaktadır.


25. Ayet:.

25Âhiret de, dünya da Allah'ındır.

Bu ayette âdeta denilmektedir ki; "Dünya da ahiret de Allah'ındır. Bu putlar ne dünyada ne ahirette hiçbir şeye sahip değillerdir. O halde bunlar nasıl olur da Allah'a ortak kabul edilebilir!"

26. Ayet:

26Ve göklerde nice melekler var ki, Allah'ın, dilediği ve hoşnut olduğu kimse için izin vermesinden sonraki durum dışında, yardımları, kayırmaları hiçbir işe yaramaz.

Ayette geçen "melek" ve "şefaat" kavramları hakkında ne yazık ki bugün de yanlış anlayışlar ve inanışlar söz konusudur. Bunun sebebi, bu kavramların anlamlarının Kur’ân'dan değil de rivayetlerden öğrenilmeye kalkışılmasıdır. Öncelikle Müslümanların Fatiha suresinde bildirilen "iyyake na'büdü ve iyyake nestain [yalnızca sana kulluk eder ve yalnızca senden yardım isteriz]" ilkesini hiç unutmamaları, bir takım kişi ve güçlere kul olarak onlardan yardım ummamaları gerekmektedir. Fakat üzüntü ile görülmektedir ki, günümüzde bazı insanlar, tıpkı bu ayetlerin indiği günlerde yaşamış olan müşriklerin Lât’tan, Uzza’dan, Menat’tan, meleklerden şefaat [yardım] umdukları gibi, peygamberler de dâhil olmak üzere ölü veya diri binlerce insandan, türbe ve heykel gibi sayısız nesneden şefaat istemektedirler. Sadece o günlerdeki Lât, Uzza, Menat isim değiştirmiş, günümüzde "filanca hazretleri"ne dönüştürülmüştür.

Çok önemli ve kötü sonuçları ortada olan bu inanışların terk edilmesi ya da tekrar oluşmaması için önce bu kavramları Kur’ân ile açıklamaya çalışacak, sonra da ayetin açıklaması hakkındaki düşüncelerimizi ortaya koyacağız.


"Melek" Kavramı

Arap dilbilim uzmanları, " ملك melek" sözcüğünün kökeni ile ilgili olarak altı farklı tespitte bulunmuşlardır. Bu tespitlerin hepsinin burada aktarılması sayfalar dolusu açıklama gerektireceğinden, biz bunların en isabetlileri olarak gördüğümüz iki tanesini dikkate almış bulunuyoruz. Konuyu ayrıntılı olarak incelemek isteyenler için şu kaynakları önermekle yetiniyoruz: Kitabu’l-Ayn, Tehzib, Camî, Keşşaf, Mecma', Garaib, Lübâb, Rûh, El-Bahrü’l-Muhît, Müfredat.

Birinci görüşe göre; "melâike" ve bunun tekili olan "melek" sözcükleri, "elçi göndermek" anlamına gelen "ؤلوك ulûk" kökünden türemiştir. Aslı " مألك me'lek" olan sözcük, ism-i zaman, ism-i mekân ve mastardır. Dolayısıyla başındaki " م m [mim]" ektir. Sonraları " ا hemze" ile " ل lâm" harfleri yer değiştirmiş ve sözcük " ملئك mel'ek" hâline getirilmiştir. Sözcük, "Allah'tan elçi" anlamında isim olarak kullanılmaya başlanınca da hemze terk veya tahfif yoluyla kaldırılmış ve "melek" şeklini almıştır.

İkinci görüşe göre; "kuvvet, yönetim gücü" anlamındaki " ملك melk" kökünden türemiş olan sözcüğün başındaki " م m [mim]" ek olmayıp sözcüğün aslındandır. "Mülk, milk, malik ve melik" sözcükleri de bu kökten türemişler ve anlamlarını da bu kökten almışlardır.

Eski tefsirciler genellikle birinci görüşü benimsemişlerdir. Bizim tespitlerimize göre ise sözcük her iki kökten de türemiş ve türediği kökün anlamına göre farklı manalarda kullanılmıştır. Yani "melâike" sözcüğü bazen birinci görüşteki anlamda, bazen de ikinci görüşteki anlamda kullanılmıştır. Sözcüğün Kur’ân’da hangi anlamda kullanıldığı ise yer aldığı pasajın söz akışından ayırt edilmektedir.

Yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda sözlük anlamı olarak "Kuvvet, yönetim gücü, elçi, haber verici" demek olan "melek" sözcüğü, terim olarak da Allah'ın bütün emirlerine uyan, O'na hiç isyan etmeyen iradesiz varlıkları ifade etmektedir. Tüm dinlerde var olan "melek" kavramı, bu tanımlamaya uygun olarak zihinlerde masum [günahsız], kanatlı güzel bir çocuk görünümüyle tasavvur edilmiştir. Bu tasavvur, genel anlamda "melek" kavramının ifade etmekten uzaktır. Buna rağmen bu tasavvur literatüre genel anlamda "melek" sözcüğünün karşılığı olarak girmiş ve sonuçta her "melek" sözcüğü bu tasavvura göre anlaşılmış ve dinimizde birçok yanlış inanış ve kabullere yol açmıştır. İşte bu sebeple, "melek" sözcüğünün Kur’ân'daki kullanım şekillerini tahlil etmek mecburiyeti doğmuştur.

"Melek"lerin hangi şeyden yaratıldığı Kur’ân'da konu edilmemiştir. Fakat Kütüb-ü Sitte'den Sahih-i Müslim ve Müsned-i Ahmed b. Hanbel'de yer alan bir rivayet, meleklerin "nur"dan yani ışından/enerjiden yaratıldığını iddia etmektedir.
Kur’ân'da iki ayette tesniye [ikil] olarak; on iki ayette tekil olarak; geçtiği diğer ayetlerde de çoğul olarak "melâike" şeklinde kullanılan sözcük, tek bir varlığı ifade etmeyip Kur’ân ayetleri ve değişik varlıklar; zihinsel ve doğal güçler için de bu sözcük kullanılmıştır. Yani akıl, hafıza, refleks, vicdan, dikkat, algılama, merak, tercih, korku, ümit, zekâ gibi zihinsel fonksiyonlar ile doğadaki iradesiz canlılardan rüzgâr, yağmur, ısı gibi güçler de Kur’ân'da bu sözcük kapsamında ifade edilmiştir.

"Melek" sözcüğünün zihinsel ve doğal güçler için kullanıldığı ayetlerden örnekler:

- Hafıza [bellek] için kullanıldığı ayetler: Zühruf 80, İnfitar 11, Tarık 4, Kaf 17, 18, Kehf 49, Casiye 28, 29, İsra 13, 14.

- Dikkat [koruyucu melek] için kullanıldığı ayetler: İnfitar 10, Kaf 17, 18, Ra'd 11, En'âm 61.

- Maneviyat, itidal, cesaret ve romatizmal ağrılar için kullanıldığı ayetler: Âl-i Imran 123-127, Enfal 9-12, 50, Tevbe; 25, 26, Ahzab; 9, 26, 56.

- Doğal afetlere yol açan rüzgâr, kasırga vb. için kullanıldığı ayetler: Kamer 34, A'râf 84, Hud 82, Hicr 8, 73, 74, Şuara 173, Bakara 210.

- Yük taşıyan hayvanlar [sığır, katır, eşek ...] için kullanıldığı ayet: Bakara 248.

- Zorba, diktatörler için kullanıldığı ayet: Âl-i Imran: 80.


"Şefaat" kavramı

" شفع Şef'ı" kökünden türemiş olan " شفاعة şefaat" sözcüğünün sözlük anlamı "Bir şeyi benzeri olan başka bir şeye eklemek, onu desteklemek, bir şeyi çiftlemek ve esirgemek"tir. Sözcük zaman içerisinde "Yüksek mevkide bulunan birinin düşkün birine yardım etmesi, onu koruması, onun korunmasına aracılık etmesi, onu yalnız bırakmayıp ona destek olması" anlamında kullanılır olmuştur.

Sözcüğün terim anlamı ise "Bir kimsenin bağışlanmasını istemek, bir kimseden başka biri için iyilik yapmasını, onun zararına olan davranışlardan vazgeçmesini rica etmek, başkası hesabına yalvarmak, rica etmek, birinin önüne düşüp işinin görülmesi için dua ve niyazda bulunmak" demektir.

Kısaca şefaat "aracı olmak, yardım etmek ve öncülük etmek" anlamlarına gelir.

Arapça'da başkası lehine talepte bulunana [şefaat edene] "الشّافع eş-şafi" veya " الشّفيع eş-şefi" denir.

"Şefaat" kavramının doğru anlaşılabilmesi için konunun aşağıdaki başlıklar altında incelenmesinde yarar görmekteyiz.
- Allah'tan başka şefaatçi yoktur: Şefaat sadece Allah'a aittir. Bu konuda ilk öğrenilmesi gereken husus, şefaat yetkisinin sadece Allah'a ait olduğudur.

44De ki: "Bütün yardım, destek, kayırma Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü yalnızca O'nundur. Sonra yalnızca O'na döndürülürsünüz." [Zümer/44]

4Allah, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı evrede oluşturan ve de en büyük taht üzerinde egemenlik kurandır. O'nun astlarından size bir yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakın ve bir destekçi, iltimasçı yoktur. Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız? [Secde/4]

- Yüce Allah, kendilerinden razı olduğu kulları için, dilediğine şefaat/yardım izni verebilir: Allah'ın izni ve emri olmadan kimsenin kimseye şefaat/yardım etmesi söz konusu değildir. Allah'ın izni ile şefaat/yardım edecekler de ancak Allah'ın kendilerinden razı olduğu kulları için şefaat edebilirler.

3Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı evrede oluşturan, sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, işi yönetip duran Allah'tır. Dünyada yardım edecek, destek olacak kişi ancak O'nun izninden/bilgisinden sonra yardım edebilir. İşte Bu, Rabbiniz Allah'tır. O hâlde O'na kulluk ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almaz mısınız? [Yunus/3]

26-28Ve onlar: "Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], çocuk edindi" dediler. Rahmân, bundan arınıktır. Aksine onlar armağanlar verilmiş kullardır. Onlar, O'nun sözünün önüne geçemezler; onlar, yalnız O'nun emriyle iş yaparlar. O, Rahmân'ın çocukları saydıkları şeylerin önlerinde olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve onlar, O'nun hoşnut olduğu kimselerden başkasına yardımda/destekte bulunmazlar. Bununla birlikte onlar O'na duydukları derin saygı ve sevgiden dolayı ondan uzaklaşma korkusundan tir tir titrerler. [Enbiya/26-28]

Bu konuda dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Allah'ın kendilerinden razı olduğu kimseler şefaat [yardım] edemezler, ancak şefaat [yardım] edilirler.

- Yüce Allah, güzel bir şefaatle şefaat edene izin verdiği gibi, kötü bir şefaatle şefaat edene de izin verebilir:

85Kim hayır ve iyiliklere aracı olmakla yardımcı olursa, bundan kendisine bir pay vardır. Kim de kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya kötülük çığırını açmakla yardımda bulunursa, ondan kendisine bir günah payı vardır. Allah her şeye güç yetirendir. [Nisa/85]

İyi ve güzele aracılık ve yardım etme anlamındaki "şefaat-ı hasene", iman edip Allah'ın ve kullarının haklarına riayet ederek müminlerin iyiliği ve yararı için uğraşmak, onları kötülüklerden ve uğrayabilecekleri zararlardan korumaya çalışmak demektir. Kötü ve zararlıya aracılık ve öncülük etmek anlamına gelen "şefaat-ı seyyie" ise müminlerin ve insanların zarara uğramaları ve kötülüklere düşmeleri için çalışmak ve kötülük çığırları açmak demektir. Kur’ân, gerek "şeffat-ı hasane"de ve gerekse "şeffat-ı seyyie"de bulunanların dünyada ve ahirette bu davranışlarının sonuçlarından pay alacaklarını bildirmektedir.

- O gün şefaat yoktur, kimseden şefaat kabul edilmeyecektir:

48Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden yardımın, adam kayırmanın kabul edilmediği, kimseden fidyenin/kurtulmalığın alınmadığı ve hiçbir kimsenin yardım olunmadığı güne karşı Allah'ın koruması altına girin. [Bakara/48]

123Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden kurtulmalık kabul edilmeyeceği, yardımın, iltimasın hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve suçluların yardım olunmadığı güne karşı Allah'ın koruması altına girin. [Bakara/123]

Görüldüğü gibi ahirette kimseye şefaat ettirilmeyecektir. O gün sadece Allah'ın izin verdikleri, bildikleri gerçeğe tanıklık edebilirler:

86Ve onların, O'nun astlarından yalvarıp durdukları kimseler yardıma, desteğe, iltimasa mâlik olamazlar. Ancak hakka şâhit olan Zat bunun dışındadır. Onlar da biliyorlar. [Zühruf/86]

Yukarıdaki Kur’ân ayetleri ışığında anlıyoruz ki, konumuz olan 26. ayette geçen "meleklerin şefaati", bu dünyaya yönelik şefaattir ve bu şefaat, müşriklerin şans tanrısı, bereket tanrısı, yağmur ve rahmet tanrısı, onların melek şefaatçisi, insanların Allah'a yaklaştırıcısı gibi inançları ile asla bağdaşmaz. Ayette sözü edilen şefaat, Yüce Allah'ın kendilerinden razı olduğu ve haklarında yardım takdir ettiği kulları için doğadaki melekleri/güçleri harekete geçirerek bu kullara yardım ettirmesidir. Bunun örneklerini bir kısmını "Melek kavramı" başlığı altında da verdiğimiz şu ayetlerde görmek mümkündür: Âl-i Imran 123-126, Enfal 9-12, 50, Tövbe 25, 26, Ahzab 9, 26, Şûra 5, Zümer 43, 44, Müddessir 48, Bakara 255, En'âm 51, Yunus 3, 18, Secde 4, Sebe 23.

Halk arasında yaygın olarak "ümmetinden günahkâr olanların günahlarının affedilmesi için peygamberimizin Allah katında aracılık etmesi" şeklinde tanımlanan şefaat anlayışının Kur’ân'a ters olduğu özellikle belirtilmelidir. Peygamberimizin günahkârlara destek olup hatırını kullanarak günahkârların kurtuluşunu sağlaması, tabir yerinde ise "Allah nezdinde torpil yapması" anlamına gelen bu anlayış, "... Sen ateştekini kurtarabilir misin?" diyen Zümer suresinin 19. ayetine terstir. Bu anlayış sahipleri bilmelidirler ki, bu anlayışlarını değiştirmedikleri takdirde peygamberimizin şefaat değil, şikâyet ettiği ümmetine dâhil olacaklardır:

30Elçi de: "Ey Rabbim! Hiç şüphesiz benim toplumum şu Kur’ân'ı mehcur/terk edilmiş bir şey edindiler" dedi. [Furkan/30]


27. Ayet:

27O âhirete inanmayanlar, melekleri kesinlikle dişilerin isimlendirilmesiyle isimlendiriyorlar.

Mekkeli müşrikler hem kendilerini Allah'a yakınlaştırdığını sandıkları ilâhlarına Lât, Uzza, Menat örneğinde olduğu gibi dişil isimler koymuşlardı, hem de meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanıyorlardı. Bu durum daha sonra Zühruf suresinde vurgulanacaktır:

19Onlar Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] kullarının ta kendisi olan melekleri de dişi saydılar. Onlar, onların oluşturuluşuna tanık mı oldular? Onların tanıklıkları yazılacak ve onlar sorguya çekileceklerdir. [Zühruf/19]

Müşriklerin bir başka sapkınlıkları da, toptan inkâr etmeseler bile ahireti peygamberlerin bildirdiği muhteva içinde kabul etmeyişleri ve "haşr [dirilme, toplanma, karşılık görme] diye bir şey yoktur, olsa bile orada bizim şefaatçilerimiz var, onlar sorunlarımızı halledecek" demeleridir. Bu sapkınlıkları da Fussılet suresinde belirtilmektedir:

50Ve eğer kendisine dokunan sıkıntıdan sonra, kendisine tarafımızdan bir rahmet tattırsak, hiç kuşkusuz "Bu benim hakkımdır. Ve kıyâmetin kopuş anının geleceğini sanmıyorum. Ve eğer Rabbime döndürülürsem, O'nun katında hiç şüphesiz, benim için en güzeli vardır" der. Bu nedenle kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselere, yaptıklarını kesin bildireceğiz ve onlara, kesinlikle kaba bir cezadan tattıracağız. [Fussılet/50]


28. Ayet:

28Oysaki onların bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Onlar yalnızca zanna uyuyorlar. Zan ise "Hak"tan hiçbir şey kazandırmaz.

BURADAN ANLIYORUZ Kİ, MELEK SÖZCÜĞÜNÜN LÜGAT ANLAMININ DIŞINDA MÜŞRİKLERİN KAFALARINDAN UYDURDUKLARI MELEK ANLAYIŞI VAR. YANİ BİR ALLAHA GÖRE (LİSANÜL ARABİYY) MELEK VAR BİR DE MEKKE MÜŞRİKLERİNİN İCAD ETTİĞİ BİLGİYE DAYANMAYAN ZANN ÜZERİNE KURULU MELEK ANLAYIŞI VAR. BUNU DA ŞU AYETLERDE GÖRE BİLİRİZ: ENAM 5 8 9 HUD 13 31 FURKAN 7. NECM 27 28

Yüce Allah "zann" konusunda müminleri aşağıdaki şu ayetlerde de uyarmaktadır:

148Allah'a ortak koşan kimseler diyecekler ki: "Allah dileseydi biz ortak koşmazdık, atalarımız da ortak koşmazlardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan önce yalanlayanlar da azabımızı tadıncaya kadar işte böyleydi. De ki: "Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz." [En'âm/148]

66Gözünüzü açın! Göklerde olan kimseler ve yeryüzünde olan kimseler kesinlikle Allah'ındır. Ve Allah'ın astlarından istekte bulunan kimseler, eş tuttuklarına tâbi olmuyorlar. Onlar sadece zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan söylüyorlar. [Yunus/66]

12Ey iman etmiş kimseler! Zannın birçoğundan sakının. Şüphesiz zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Bir bölümünüz bir bölümünüzün gıybetini yapmasın/onun yokluğunda ileri-geri konuşmasın. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bunu çirkin buldunuz. Ve Allah'ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verendir, çok merhamet sahibidir. [Hucurat/12]

36Ve onların çoğu, ancak bir zanna uyarlar. Şüphesiz ki zan, "hak"tan hiçbir şey kazandırmaz. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çok iyi bilir. [Yunus/36]

Bu ayetler ışığında diyebiliriz ki, "Allah, ahiret, melek" gibi ciddî konular zann ile neticeye bağlanamaz. Zann ile amel edilebilir ama iman edilemez.

Ayette geçen " الحقّ Hakk" sözcüğünün esas anlamı "uygunluk ve denklik" demektir. Aynı zamanda Allah'ın bir sıfatı olan "Hakk" sözcüğü, esas anlamından hareket edilerek "batıl olmayan, yerine getirilen hüküm, adalet, varlığı sabit olan, doğruluk, gerçeklik, İslâm, mal-mülk, pay, vacip, sadık, yaraşır, kesin şey" anlamlarında da kullanılmıştır.

Bu ikincil anlamlar bir ana eksen etrafında toplanacak olursa, "Hakk" kavramı şu şekilde tanımlanabilir: "Sabit ve aklın inkâr edemeyeceği derecede gerçek olan şey." Bu şey aynı zamanda "doğrudur", "isabetlidir", "maksada uygundur", "arzu edilene denk düşendir."

Anlam sahası geniş olan bu sesteş sözcük Kur’ân'da " الحقّ el-Hakk" olarak 227, " حقّا Hakkan" olarak 17, " حقّه Hakkahu" olarak da 3 olmak üzere toplam 247 kez yer almıştır.

Bu ayette işaret edilen "Hakk", bize göre, "gerçek iman"dır. Zann ile iman edilemeyeceği için, insanlar Rabblerinden gelen hidayet ile "zann"dan "yakin"e [hakka, kesin bilgiye] ulaşmalıdırlar. Rabbimizin hidayeti ise peygamberine indirdiği Kur’ân ve bizlere bahşettiği aklıselimden [sağduyudan] başka bir şey değildir. Fakat ne acıdır ki, bugün Müslümanların kabir azabı, mehdinin zuhuru, İsa'nın inişi, ahirete ait şefaat anlayışı gibi pek çok inancı hep zanna dayalıdır. Bu inançların maalesef ayette belirtilen zanna dayalı inanışlardan hiçbir farkı yoktur.*




53 Lât, Uzzâ ve Menât isimlerinin yapıları ve anlamlarıyla ilgili geniş açıklamalar yapmak mümkün ise de biz, üçü de dişil birer sözcük olan bu isimler hakkında ansiklopedik düzeyde bilgi verip ayrıntıya girmeyeceğiz. Bu isimlerin dişil olmalarının nedeni, Arapların bunları birer melek, melekleri de Allah'ın kızları olarak kabul etmelerinden ileri gelmektedir. Lât, Taif'te, kapısında nöbetçi ve bakıcıları bulunan bir bina içindeki beyaz, işlenmiş, üstü örtülü bir kaya idi. Taif halkı [Sakif kabilesi], Ka‘be'den sonra en üstün tapınağın Lât olduğuna inanır ve onunla Kureyş dışındaki kabilelere karşı övünürdü. Uzzâ, Mekke ile Taif arasındaki Nahle denilen yerde, bir bina içinde bulunan bir ağaç idi. Taş olduğu da söylenmektedir. Kureyş kabilesinin saygı gösterdiği bu nesnenin üzeri örtülü idi. Günümüzde Ka‘be'nin üzerine örtü örtülmesi, bize bu cahilî geleneğin devam ettiğini düşündürmektedir. Menât, Mekke ile Medîne arasında Müşellel denen bir yerde bulunuyordu. Bu bir kaya [heykel] idi. Huzaa, Evs ve Hazreç kabileleri bu kaya-heykele saygı gösterir, hacca buradan başlarlar ve önünde yağmur dilerlerdi.

Müşrikler kutsal saydıkları bu putlar adına yemin ederler, çocuklarına Abdullât [Lât'ın kulu], Abduluzza [Uzzâ'nın kulu] ve Abdümenat [Menât'ın kulu] gibi isimler takarlardı.

Bunlardan başka çeşitli kabilelerin kendilerine özgü, kapıcıları ve bakıcıları olan birçok putları ve tapınakları vardı. Ka‘be'ye yaptıkları gibi bunlara da kurban keserlerdi. Âyette özellikle bu üç putun adının anılması, Hicaz yöresinde çok kimse tarafından ortak tapınılan birer tanrı olmalarındandır.

54 Melâike ve bunun tekili olan melek, sesteş sözcüklerdir. Hem “elçi göndermek” anlamına gelen ulûk kökünden, hem de “kuvvet, yönetim gücü” anlamındaki melk kökünden türemiş olabilir. “Elçi göndermek” anlamına gelen ulûk kökünden türemiş melek, melaike sözcükleri, “peygamberleri, vahiy âyetlerini” ifade ederler. Melk kökünden gelen melek, melaike sözcükleri de “doğadaki maddî ve enerjik tüm güçleri” ifade eder. Tesbitlerimize göre Kur’ân'da geçen bu sözcükler, her iki kökten de türemiş ve türediği kökün anlamına göre farklı manalarda kullanılmıştır. Yani melâike sözcüğü, Kur’ân'da bazen birinci anlamda, bazen de ikinci anlamda kullanılmıştır. Sözcüğün Kur’ân'da hangi anlamda kullanıldığı ise, yer aldığı pasajın söz akışından ayırt edilmektedir.

Melek sözcüğü ile ilgili ayrıntılı açıklama Tebyînu'l-Kur’ân'da verilmiştir.

55 Şefaat, sözlükte “bir şeyi benzeri olan başka bir şeye eklemek, onu desteklemek, bir şeyi çiftlemek ve esirgemek”tir. Sözcük zaman içerisinde “yüksek mevkide bulunan birinin düşkün birine yardım etmesi, onu koruması, onun korunmasına aracılık etmesi, onu yalnız bırakmayıp ona destek olması” anlamında kullanılır olmuştur.

Sözcüğün terim anlamı ise, “bir kimsenin bağışlanmasını istemek, bir kimseden başka biri için iyilik yapmasını, onun zararına olan davranışlardan vazgeçmesini rica etmek, başkası hesabına yalvarmak, rica etmek, birinin önüne düşüp işinin görülmesi için dua ve niyazda bulunmak” demektir.

Kısaca şefaat, “aracı olmak, yardım etmek ve öncülük etmek” anlamlarına gelir. Şefaat, hem dünya hem âhirette söz konusudur. Dünyada, hem Allah'ın, hem meleklerin, hem peygamberlerin, hem de insanların birbirine şefaati olabilir. Âhirette şefaat ise, sadece Allah'a aittir.

Halk arasında yaygın olarak, “ümmetinden günahkâr olanların günahlarının affedilmesi için Peygamberimizin Allah katında aracılık edeceği; günahkârlara destek olup hatırını kullanarak günahkârların kurtuluşunu sağlayacağı”, tabir yerinde ise “Allah nezdinde torpil yapacağı” şeklinde anlaşılan şefaat, Kur’ân'a terstir.



*İşte Kuran, Necm Suresi





Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim