• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

37Kamer Suresi 21-32



Hatalı Çevrilen Ayetler


37Kamer Suresi 21-32


Hatalı Çeviri:
21. Nasılmış benim azabım ve uyarılarım!
22. Andolsun biz Kur'an'ı düşünüp öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mu?
23. Semûd kavmi de uyarıcıları yalanladı.
24. «Aramızdan bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz» dediler.
25. «Vahiy, aramızda ona mı verildi? Hayır o, yalancı ve şımarığın biridir» (dediler.)
26. Yarın onlar, yalancı ve şımarığın kim olduğunu bileceklerdir.
27. Gerçekten onları imtihan etmek için dişi deveyi gönderen biziz. Sen onları gözetle ve sabret.
28. Onlara, suyun aralarında paylaştırıldığını haber ver. Her biri kendi içme sırasında gelsin.
29. Arkadaşlarını çağırdılar, o da (bundan cür'et alarak) kılıcını kaptı ve deveyi kesti.
30. (Bu azgınlara) azabım ve uyarılarım nasıl oldu!
31. Biz onların üzerlerine korkunç bir ses gönderdik. Hemen hayvan ağılına konan kuru ot gibi oluverdiler.
32. Andolsun biz Kur'an'ı, anlaşılıp öğüt alınması için kolaylaştırdık. O halde düşünüp öğüt alan yok mu?


Doğru Çeviri:
21Peki, Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?
22Andolsun Biz Kur’ân'ı düşünme/ öğüt için kolaylaştırdık/ hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen?
23Semûd da o uyarıları yalanladı: “24,25Bizden bir tek insana mı, o'na mı uyacağız? Öyle yaparsak kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz, Öğüt; Kitap, aramızdan o'na mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır” dediler.
26Yarın onlar, çok yalancının, küstahın kim olduğunu bileceklerdir. 27,28Şüphesiz Biz onlara, kendilerine görev olmak üzere sosyal destek kurumları kurmalarını81 ve onları ayakta tutmalarını emredeceğiz.
Onun için sen onları gözetle ve sabret. Ve onlara bu kurumları ayakta tutacak zekât; vergi ve harcamada bulunma görevlerinin, kendi aralarında pay edilmiş olduğunu haber ver; herkesin kamuya ne miktarda katkıda bulunacağı da belirlenmiştir.
29Bunun üzerine arkadaşlarına/ idarecilerine seslendiler. O da alacağını alıp sosyal kurumları ayakta tutan gelir kaynaklarını kurutarak sistemi çökertiverdi.
30Peki, azabım ve uyarılar nasılmış?
31Şüphesiz Biz onların üzerine korkunç tek bir ses gönderdik; ağılcının topladığı çalı-çırpı gibi oluverdiler.
32Andolsun Biz Kur’ân'ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen?


21Peki, Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?
22Andolsun Biz Kur’ân'ı düşünme/ öğüt için kolaylaştırdık/ hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen?
23Semûd da o uyarıları yalanladı: “24,25Bizden bir tek insana mı, o'na mı uyacağız? Öyle yaparsak kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz, Öğüt; Kitap, aramızdan o'na mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır” dediler.

Daha önce 16-17. âyetlerde dile getirilen bu ifadelerin burada da aynen tekrarlanması, içeriğinin zihinlere iyice yerleştirilmesi ve anlatılan her kıssadan ibret alınması içindir.

SEMÛD KAVMİ: Arap tarih bilgilerine göre Hicaz ile Sûriye arasında, Vâdii'l-Kurâ'da yaşamış eski bir Arap kabilesi olan Semûd kavmi, Tarih-i Taberî'ye göre, Semûd b. Casır b. İrem b. Sâm b. Nûh'un neslidir. Daha evvel Fecr suresinde ayrıntılı bilgi verilmiştir.

Semûd kavmine elçi olarak Sâlih peygamber gönderilmiştir. Semûd kavminin ismi Kur’ân'da 26 yerde geçmektedir. Kur’ân'da Âd kavmi gibi ibret tablosu olarak sunulan Semûd kavmi ile Sâlih peygamber arasındaki mücâdele hakkında Taberî, İbnü'l-Esîr ve İbn-i Kesîr'in eserlerinde rivâyetlere dayandırılmış detaylar mevcuttur. Ancak Kur’ân'da yer almayan ve arkeolojik bulgulara dayanmayan bu detaylar, gerek güvenilir olmamaları ve gerekse bizi ilgilendirmemeleri nedeniyle burada alıntılanmamıştır. Semûd kavmi ile ilgili bilgiler Kur’ân'da A‘râf/73-79, Şu‘arâ/141-159, Neml/45-53, Hûd/61-68, Şems/11-15, Fussılet/17-18, Hâkka/4-8 ve bu sûrenin 23-32. âyetlerinde yer almaktadır.

Rabbimiz bu sûrede Semûd kavmine –diğer kıssalarda olduğu gibi– olayların özeti şeklinde değil, gâyet ayrıntılı bir biçimde yer vermiştir. Bu ayrıntılı anlatım, Semûd kavminin kendilerine gönderilen peygamberi yalanlarken hangi gerekçeleri ileri sürdükleri, toplumun ahlâkî niteliğinin ortaya çıkarılmasını sağlayan dişi deve fitnesi ve sonuçta bu deveye ne yaptıklarına ilişkin bilgileri içermektedir. Bir bakıma Peygamberimizin durumu da Sâlih peygamberin durumuna benzemektedir.

Semûd kıssasında azap ve helâke ait olayların geçmiş zaman kipiyle anlatılmasına karşılık, dişi devenin fitne olarak gönderilmesi haberinin gelecek zaman kipiyle verilmesi, söz konusu kıssanın sanki Peygamberimiz zamanında yaşanan canlı bir olaymış gibi hissedilmesini sağlamaktadır. Bu ifade tarzı hem Peygamberimizin sabır ve hakka davet konusunda Sâlih peygamberi örnek almasını sağlamak, hem de düşmanlarına karşı ilâhî yardım geleceği hususunda Allah'a duyduğu güveni sağlamlaştırmak içindir. Yüce Allah sanki, "Ben senin destekleyicinim, seni kesinlikle destekleyeceğim" demektedir.

Semûd'la ilgili bilgilerin yer aldığı âyetlerin ifadesine göre Semûd kavmi, Sâlih peygambere inanmamak için üç sebep göstermiştir:

1) Sâlih, bir insandır. Oysa peygamberlerin insanlardan üstün bir varlık olması gerekir.

2) Sâlih, kendi içlerinden çıkmıştır. Oysa peygamberin mucizevî bir yolla gelmesi gerekir.

3) Sâlih, toplum içinde sıradan bir insandır. Oysa peygamberlerin en azından gücü ve şöhreti olan bir kabilenin reisi, bir grubun lideri olması gerekir.

Bu itirazlardan, Semûd kavminin Allah'ın yukarıdaki özelliklere sahip birini peygamberlik görevi için seçebileceğini düşünmedikleri anlaşılmaktadır.

Mekkeli müşrikler de aynı cehâlet içindeydiler ve Muhammed (as)'in peygamberliğini aynı gerekçeleri öne sürerek reddediyorlardı. "Muhammed bizim gibi sıradan bir insan olduğu hâlde, aramızda doğmuş ve büyümüşken, yönetici düzeyinde birisi değilken ve bize mucizevî bir yolla da gelmemişken, şimdi kalkmış Allah'ın kendisine peygamberlik verdiğini iddia etmektedir" diyorlardı. (Müşriklerin bu tavrı karşımıza Sâd sûresi'nin ilk bölümlerinde gelecektir.)

Yapılan çağrının özüne değil de çağrıyı kimin seslendirdiğine bakan kibir kaynaklı bu kof anlayış, tarih boyunca inkârcıların kalplerini sürekli kemiren bir kuşkuya dönüşmüş ve onları helâke sürükleyen sebeplerin başında yer almıştır. Oysa tüm varlıkların yaratıcısı ve vahyin indiricisi olan Yüce Allah, vahyini algılamaya hazırlıklı ve tebliğe yetenekli olanı seçmeyi herkesten daha iyi bilmekte ve vahyini dilediği kimseler vasıtasıyla insanlara iletmektedir. Sırf kendi ölçülerine uygun olmadığı gerekçesiyle Allah'ın elçi olarak gönderdiği kimselerden kuşku duymak ve gelen mesajı irdelemeden, düşünmeden reddetmek ancak körelmiş vicdanlara özgü bir davranıştır. Bu anlayışın hâkim olduğu sapık vicdanlar, çağrıyı seslendirenin kim olduğuna bakarlar ve kendi ölçülerine göre sıradan biri olarak gördükleri elçinin peşinden gitmeyi gururlarına yediremezler. Böyle yaptıkları için de çağrının içeriğine bakıp onun doğruluk ve haklılık derecesini göremezler. Bir insanın peşinden gitmenin, ona saygı göstermeyi gerektireceğini bildiklerinden, bencilliklerinden fedakârlık etmek ve o kişiye uymak ağırlarına gider. Böylece onu ne dinlemek ne de sözlerine inanmak isterler.

MÜŞRİKLERİN TUHAF YAKLAŞIMI: Bu sapık insanların, Bizden bir tek insana mı, o'na mı uyacağız? O takdirde biz kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz şeklinde tepki göstererek Yüce Allah'ın kendilerini çağırdığı yolu sapıklık olarak görmeleri gerçekten de tuhaf ve şaşkınlık uyandırıcı bir tavırdır.

Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır

Âyetteki bu ifade, müşriklerin daha da pervasızlaştığını ve kendilerine gönderilen elçiyi alenen yalancılık ve küstahlıkla suçladıklarını göstermektedir. Kişinin davasını maske olarak kullandığı, aslında makam ve şöhret ihtirasına kapılarak kişisel çıkarları uğruna hareket ettiği yolundaki bu tür suçlamalar, her dava adamına yöneltilebilen suçlamalardır. Sâlih peygamber de bu tür suçlamalara maruz kalmaktan kurtulamamış, kendisine vahiy gelmediği hâlde gelmiş gibi davranarak yalancılık ve küstahlık yaptığı ileri sürülmüştür. Benzer iddiaların Peygamberimiz için de dile getirildiği bir vâkıadır. Rabbimiz müşriklerin bu tür iddialarına Necm sûresi'nde şöyle cevap vermiştir:

1Gurup gurup inmiş âyetlerin her bir inişini kanıt gösteririm ki 2arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır. 3O, boş iğreti arzusundan da konuşmuyor. 4Onun size söyledikleri; inen o ayet gurupları, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir. [Necm/1-4]


26Yarın onlar, çok yalancının, küstahın kim olduğunu bileceklerdir. 27,28Şüphesiz Biz onlara, kendilerine görev olmak üzere sosyal destek kurumları kurmalarını ve onları ayakta tutmalarını emredeceğiz.
Onun için sen onları gözetle ve sabret. Ve onlara bu kurumları ayakta tutacak zekât; vergi ve harcamada bulunma görevlerinin, kendi aralarında pay edilmiş olduğunu haber ver; herkesin kamuya ne miktarda katkıda bulunacağı da belirlenmiştir.

26Yarın onlar, çok yalancının, küstahın kim olduğunu bileceklerdir.

Yani, yarınlar onlara gerçeği gösterecek, yakalarını bu gerçeğin pençesinden kurtaramayacaklardır. Şımarık yalancılar yakında yok edici bir sınav [belâ] ile yüz yüze geleceklerdir.

Âyetteki غدا [ğaden=yarın] sözcüğü klâsik Arapça'da, "bugünün ertesi olan gün" anlamında olduğu kadar, görece yakın bir zamanı belirtmek üzere "zaman içinde" veya "yakın bir zamanda" anlamında da kullanılır. Nitekim Araplar, men lem yekün meyten fi'l-yevmi mâte ğaden [bu gün ölmeyen bir kimse yarın ölecektir] derler. Bu cümledeki yarın, "uzak olmayan bir zamanda" anlamındadır. [Lisanü’l Arab, "ğdv" mad.]

Sûrenin 1. âyetindeki yaklaşan saat ifadesiyle olduğu gibi, bu âyetteki yarın sözcüğü ile de "kıyâmet günü" kasdedilmiştir.

Semûd kıssasının anlatımındaki söz akışı bu âyetle yön değiştirmiş ve sanki şimdiki zamana dönülmüştür. Böylece geçmişteki olaylar sanki henüz olmuş havasına sokulmuştur. Bir sonraki âyetle de ileride neler olacağı bildirilmiştir. İleride neler olacağına yönelik haber ise açık bir tehdit üslûbu ile sunulmuştur.

Bu üslup, Kur’ân'daki kıssa anlatımlarında sık karşılaşılan bir üsluptur. Bu yöntemle hikâyelere canlılık kazandırılır, böylece bu hikâyeler geçmişte olup bitmiş olaylar olmaktan çıkar, gözler önünde cereyan eden yaşanmış olaylara dönüşürler. Kıssayı okuyanlar veya dinleyenler kendilerini olayın içindeymiş gibi hissederler, olayın içindeki kahramanlarmış gibi olayı yaşarlar. Öyle ki, Âdem olurlar İblis'le mücâdele ederler, Nûh olurlar tufanı yaşarlar, Hûd, Sâlih, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ... olurlar. Sonuç olarak bu üslûp, okuyucuları veya dinleyicileri olayların içine sokan, olayların sonrasındaki gelişmeler hakkında merak uyandıran bir üslûptur.

27,28Şüphesiz Biz onlara, kendilerine görev olmak üzere sosyal destek kurumları kurmalarını ve onları ayakta tutmalarını emredeceğiz.

Onun için sen onları gözetle ve sabret. Ve onlara bu kurumları ayakta tutacak zekât; vergi ve harcamada bulunma görevlerinin, kendi aralarında pay edilmiş olduğunu haber ver; herkesin kamuya ne miktarda katkıda bulunacağı da belirlenmiştir.

27, 28. ayetlerin lafzi manası, "Şüphesiz Biz onlara, kendilerine fitne olmak üzere dişi deveyi göndereceğiz. Onun için sen onları gözetle ve sabırlı ol. Ve onlara o suyun, kendi aralarında pay edilmiş olduğunu haber ver; her içiş hazır kılınmıştır." şeklindedir.

DİŞİ DEVE: Arapların, الناقة [en-nâkah] dedikleri "dişi deve", göçebeler ve hayvancılıkla geçinenler için eti, sütü ve gücü itibariyle çok değerli olan 5 yaşına girmiş "dişi deve"dir. en-Nâkah [dişi deve] sözcüğü hakkında daha detaylı bilgi Şems sûresi'nin tahlilindedir. [Bkz. Şems sûresi.]

Âyette konu edilen "dişi deve"nin ayrıntıları, bu sûrenin 23-32, A‘râf/73-79, Hûd/61-68 ve Şu‘arâ/141-159 âyetlerinden oluşan Kur’ân pasajlarında yer almaktadır.

ALLAH'IN DEVESİ: Sûrede sözü edilen dişi deve, Sâlih peygamberin değil, "Allah'ın devesi"dir. Çünkü âyette bu deve için, ناقة اللّه [Allah'ın devesi] ifadesi kullanılmıştır. Herhangi bir şeyin veya yerin Allah'a izafe edilmesi, o şeyin veya yerin halka, kamuya, tüm insanlığa ait olduğunu gösterir. Nasıl "Beytullâh" [Allah'ın Evi] hiç kimseye ait olmayan, hiç kimsenin sahiplenemeyeceği, herkesin hür ve eşit olduğu ve Allah'ın belirlediği esaslar dışında davranılamayacak bir yer ise, Allah'ın devesi de o günkü şartlarda toplumun fakirlerinin, yetimlerinin, miskinlerinin, kısaca ihtiyacı olan herkesin ortak ve serbestçe yararlandığı, kamu malı olan 5 yaşında güçlü bir dişi deve idi. Allah'ın devesi'nin bu anlamda tekabül ettiği çağdaş işlev, bugünkü sosyal güvenlik kurumlarıdır. Kısacası Salat ve Salat’ın ikamesi ve zekat, infakın mecazi anlatımıdır. Bunun böyle olduğu 28. âyette daha iyi anlaşılmaktadır.

Âyette الماء [su] sözcüğünün önünde bulunan belirlilik takısı [ال], kasdedilen su'yun bildiğimiz su olarak anlaşılmaması gerektiğini göstermektedir. Zaten A‘râf/74'de, Düşünün ki, Âd'dan sonra sizi halîfeler yaptı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın şeklinde tanıtılan Semûd kavminin de büyük bir uygarlığa sahip olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu âyetteki su'yu, "içme suyu" olarak değerlendirmek, böylesine güçlü bir kavmi üç-beş deve çobanına indirgemek ve koskoca bir uygarlığı da küçük bir kuyuya veya pınara mahkûmmuş gibi göstermek anlamına gelir ki, bu, akla da Kur’ân'a da terstir. Yirmi yedinci âyette geçen "beş yaşındaki dişi deve", nasıl bildiğimiz sıradan bir deve değilse, o "su" da bildiğimiz su değildir. Bize göre o "su", ülkedeki gelir ve servetin toplamını; o "su"yun paylaşımı da, söz konusu gelir ve servetin âdil dağılımını ifade etmektedir. "Gelir", belli bir dönem içinde kişilere ya da gruplara yapılan ödemelerin net toplamı; "servet" ise mal, mülk ve mâlî varlık birikimi demektir.

Bu âyet genellikle Şu‘arâ/155 âyeti ile açıklanmaya çalışılmıştır. Hâlbuki o âyetteki شرب [şirb=içiş]ler paylaşıma değil, katılıma yöneliktir. Yani, o âyetteki şirb ile, herkesin kazancının bir bölümünü en-nâkah [dişi deve] için vermesi gerektiği kasdedilmiştir ki, bu, hazineye vergi ya da sosyal kurumlara aidat ödemek demektir. Semûd kavmi ile ilgili âyetlerdeki ifadelerden anlaşılıyor ki, toplumsal düzene yönelik kurallar [şeriat], ilk kez bu kavme gönderilmiştir.

Buradaki paylaşımın deve ile halk arasında olduğunun sanılması gibi bir yanlış anlama ihtimaline karşı, bir hususun daha üzerinde durmakta yarar görüyoruz. Bu âyette onlar zamiri, onlara haber ver ve onların aralarında ifadelerinde olmak üzere iki kez kullanılmıştır. Birinci ve ikinci onlar zamirleri arasında ne lâfzen ne de mana itibariyle bir farklılık söz konusu değildir. Yani, birinci zamir de ikinci zamir de aynı kitleyi temsil etmektedir. Bunun aksi olarak, onlara haber ver ifadesindeki onlar zamirinin hem halkı hem de deveyi kapsadığı düşünülürse, peygamberin deveyi de muhatap alıp Allah'ın mesajını deveye de bildirmesi durumu ortaya çıkar ki, bu, mantıksızdır. Diğer taraftan, onlarınaralarında ifadesini de "deve ile halk arasında" olarak anlamak yanlıştır. Çünkü eğer âyet deve ile halk arasındaki bir paylaşıma yönelik olsaydı, ifadenin بين القوم والنّاقة [beyne'l-kavmi ve'n-nâkati] şeklinde olması gerekirdi.

her içiş hazır kılınmıştır.

Âyetteki bu ifade, taksimin ölçülerinin belirlendiğini, yani miktar ve zamanının ayarlandığını bildirmektedir. Herkes kendi payını zamanında gidip alacaktır.

29Bunun üzerine arkadaşlarına/ idarecilerine seslendiler. O da alacağını alıp sosyal kurumları ayakta tutan gelir kaynaklarını kurutarak sistemi çökertiverdi.

DEVENİN ÖLDÜRÜLÜŞ TARZI: Devenin öldürülmesi عقر [‘akara] fiili ile ifade edilmiş olup konuyla ilgili ayrıntı Şems sûresi'nin tahlilinde verilmiş olduğundan, burada bazı hatırlatmalarla yetinilecektir:

* ‘Akara fiilinin türediği عقر [‘akr] sözcüğü, ilk anlamıyla "bir şeyin doğasını değiştirmek, orijinalliğini bozmak, yaralamak" demektir. Sözcük zamanla "deve, at, koyun, sığır gibi hayvanların inciklerinin [diz ile topuk aralarının] kesilmesi" şeklinde daha özel bir anlamda kullanılır olmuştur. Arapların uyguladığı yönteme göre, söz konusu hayvanlar önce incikleri kesilmek sûretiyle yere düşürülür, sonra boğazlanırdı. [Lisanü’l Arab, "agr" mad.] Âyetten anlaşıldığına göre, dişi devenin öldürülmesi de bu yöntem uygulanarak gerçekleştirilmiştir. Akr sözcüğünün Türkçe'deki en uygun karşılığı bize göre "tırpanlamak" sözcüğüdür.

* Söz konusu deve, bildiğimiz sıradan bir deve olmayıp "Allah'ın devesi" olarak nitelendirilen, yani kamuya ait bir mal veya kurumdur. Bu husus göz önüne alındığında, dişi devenin [kamuya ait olan mal ya da kurumun], ayakta durmasını sağlayan organları [beslenme kaynakları, dayanak noktaları, vergi veya aidat gibi gelir kaynakları] kesilmek sûretiyle ortadan kaldırıldığı anlaşılmaktadır. Bir başka bir ifade ile toplum, kamu yararına çalışan bu deveyi, onu beslemeyerek ya da besleyenlerin verdiklerini çeşitli yolsuzluklarla çalarak yere sermiş ve ölmesi için ilk hareketi yapmıştır. Bu davranışının sonucu olarak Semûd kavmi, A‘râf sûresi'nde bildirildiği gibi, sosyal adaleti sağlamayan toplumları bekleyen âkıbete uğrayarak perişan bir hâle gelmiş/getirilmiştir.

Âyette صاحبهم [arkadaşları] olarak bahsi geçen kişi, o kentte bozgunculuk yapan anarşist çetenin en azılı üyelerinden birisidir:

48Ve o şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuz kişilik bir grup vardı. [Neml/48]

11Semûd azgınlığı sebebiyle yalanladı; 12âhirette en mutsuz olacak olanları/liderleri görevi kabul edip gittiği zaman, [Şems/12]

Bu âyetin en güzel tefsiri yine Kur’ân'da mevcuttur:

45Andolsun ki ‘Allah'a kulluk edin’ diye Semûd'a da kardeşleri Sâlih'i elçi gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki gurup oluverdiler.
46Sâlih dedi ki: "Ey toplumum! İyilikten önce niçin kötülüğü çabuklaştırmak istiyorsunuz? Merhamet olunmanız için Allah'tan bağışlanma dileseniz ne olur!"
47Onlar, "Senin sebebinle ve seninle beraber olan kişiler sebebiyle başımıza uğursuzluk geldi/seni ve beraberindekileri uğursuzluk belirtisi sayıyoruz" dediler. Sâlih, "Uğursuzluğunuz Allah katındadır. Daha doğrusu siz, kendini ateşe atan/imtihana çekilen bir topluluksunuz" dedi.
48Ve o şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuz kişilik bir grup vardı. 49Allah'a yeminleşerek, "Gece o'na ve ailesine baskın yapacağız, sonra da velîsine/haklarını koruyacak yakınlarına, ‘Biz, o ailenin yok edilişine şâhit olmadık/olay sırasında orada değildik ve biz kesinlikle doğru olanlarız’ diyeceğiz" dediler. 50Ve onlar, böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir ceza ile cezalandırdık.
51İşte bak! Onların tuzaklarının âkıbeti nice oldu, şüphesiz Biz onları ve toplumlarını toptan yerle bir ettik. 52İşte, onların, şirk koşmak sûretiyle işledikleri yanlışlar yüzünden çatıları çöküp ıpıssız kalmış evleri. Hiç şüphesiz ki bunda, bilen bir toplum için bir alâmet/gösterge vardır.
53İman eden ve Allah'ın koruması altına girmiş olan kişileri de kurtardık. [Neml/45-53]

157Buna rağmen onlar Destek Kurumu'nu, gelir kaynaklarını kurutarak yok ettiler de pişman olanlar olarak sabahladılar. [Şu‘arâ/157]

78Bunun üzerine hemen onları, şiddetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. [A‘râf/78]


30Peki, azabım ve uyarılar nasılmış?

Bu âyetteki ifade, 1 kez azaptan önce Nûh kıssasında, 2 kez de Âd kıssasında azaptan hem önce hem de sonra olmak üzere toplam 3 kez aynen tekrarlanmıştır. Bu âyette ise azaptan önce olmak üzere Semûd kıssasında 4. kez tekrarlanmaktadır.

Araplar, yaptıkları fevkalâde işleri başkalarına gösterirlerken "Nasıl olmuş?" derler. Meselâ hasmını iyice hırpalayan biri, bir başkasına hırpaladığı kişinin hâlini göstererek, "Nasıl perişan ettim ama!" der. Birçok kez söylediğimiz gibi, Arap örfüne göre inmiş olan âyetler, burada da maksada uygun olarak ve o günkü Arapların anlayacağı şekilde anlaşılmalıdır. Dolayısıyla, bu ifade tarzı Rabbimizin azap edişinin müthişliğini, azametini anlatmaktadır. Bu kıssada azaptan önce kullanılan ve hayret, aşağılama, paylama ve tehdit içeren bu ifade, gelecek azabın müthiş, perişan edici, helâk edici olduğunu bildirmektedir. Nitekim Semûd kavminin helâkı gerçekten de müthiş olmuştur:

66Artık ne zaman ki emrimiz geldi, Sâlih'i ve o'nunla birlikte iman etmiş olan kişileri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. O günün perişanlığından da kurtardık. Hiç şüphesiz ki senin Rabbin, o güçlü, mutlak üstün olandır.

67Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri korkunç bir gürültü yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar.
68Sanki orada hiç zengince yaşamamışlardı. Haberiniz olsun! Hiç şüphesiz Semûd toplumu gerçekten Rablerine inanmadılar. Haberiniz olsun! Semûd için uzaklık verildi. [Hûd/65-68]

43,44Semûd'da da alâmetler/göstergeler vardır. Bir zaman onlara: "Belirli bir süreye kadar yararlanın!" denmişti. Sonra onlar Rablerinin emrinden çıktılar da kendilerini, bakıp dururlarken yıldırım yakalayıverdi.
45Artık onlar, kendilerini toparlayacak herhangi bir güce sahip olmadılar. Yardım görenler de olmadılar. [Zâriyât/43-45]


31Şüphesiz Biz onların üzerine korkunç tek bir ses gönderdik; ağılcının topladığı çalı-çırpı gibi oluverdiler.

Bu âyetteki anlatımlar da Kur’ân'ın ilk muhatapları olan Arapların örflerine göredir. Yani, âyette denmektedir ki: "Biz onların üzerlerine şiddetli bir ses salıverdik. Onlar her şeyden habersiz evlerinin önünde bakışıp dururlarken gökten yıldırım çakar gibi şiddetli bir gürültü koptu, yerden de bir deprem. Ağılcının topladığı çalı çırpı kırıntıları gibi kırılıp dökülüverdiler."

ağılcının topladığı çalı çırpı

Bu benzetme, düşünülmesi gereken bazı anlamlar içermektedir. Âyette geçen محتضر [muhtezir] sözcüğü, "hazırlık yapan çoban" demektir. Çobanın burada işaret edilen hazırlığı çalı-çırpı toplamaktır. Bu nedenle, çoban hangi amaca yönelik çalı-çırpı topluyorsa, helâke uğrayanların âkıbetinin de toplanan çalı-çırpının o amaç doğrultusundaki sonu gibi olduğu anlaşılmalıdır. Yani,

* Çobanın hazırlığı hayvanlarına barınak olacak bir ağıl yapmak için kuru ot ve çalı toplamak ise, helâke uğrayanların da kuruyup kırılarak yere yığılmış çalı-çırpı birikimi hâline geldikleri anlaşılır.

* Çobanın hazırlığı hayvanlarına yedirmek üzere kuru ot ve dökülmüş ağaç yaprağı toplamak ise, helâke uğrayanların da hayvanların önüne konan o kuru ot ve yaprak yığınına benzedikleri anlaşılır.

* Çobanın hazırlığı hayvanlarını ısıtmak üzere yakacak çalı-çırpı ve kuru ot toplamak ise, helâke uğrayanların da yanmış çalı-çırpı kırıntıları gibi oldukları anlaşılır.

* Çobanın çalı-çırpı toplamak şeklindeki hazırlığı yukarıdaki amaçların birine değil de hepsine birden yönelik ise, helâke uğrayanların durumunun da ağılın bir kenarına toparlandıktan sonra basılıp çiğnenerek ufalanan çalı-çırpının durumuna döndüğü anlaşılır.

Bu çarpıcı ve tüyler ürpertici sahnenin arkasından insanların dikkatleri hemen Kur’ân'a çekilmekte, insanlar Kur’ân üzerinde düşünmeye ve Kur’ân'ın gerçeklerini irdelemeye özendirilmektedir:


32Andolsun Biz Kur’ân'ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen?

Kur’ân'ın çokça düşünülmesi için tekrarlanan bu âyet hakkındaki düşüncelerimizi yukarıda ifade etmiştik.*



81 Âyetin orijinalindaki nâkâ sözcüğünün hakikat anlamı, “en verimli çağındaki dişi deve”dir. Burada bununla “sosyal destek kurumları” kastedilmiştir. Kur’ân'daki salât kavramının özdeşidir. Onun taksim edilen suyu ile de “sosyal destek kurumlarını ayakta tutan zekât ve infak kurumları” kastedilmektedir. Âyetteki inciklerini keserek öldürüverdi ifadesi ile de, “vermeleri gereken zekâtı; aidatı, vergiyi vermeyerek ve infakı yapmayarak kurumları yaşatmadıkları” bildirilmektedir. Biz de Mealde mecâzî anlamını sunduk.





*İşte Kuran, Kamer Suresi






Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim