• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

40Cin Suresi 1-15







Hatalı Çevrilen Ayetler


Cin Suresi 1-15





Hatalı Çeviri:
1, 2. (Resûlüm!) De ki: Cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur'an'ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: Gerçekten biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel bir Kur'an dinledik de ona iman ettik. (Artık) kimseyi Rabbimize asla ortak koşmayacağız.
3. Hakikat şu ki, Rabbimizin şânı çok yücedir. O, ne eş ne de çocuk edinmiştir.
4. Doğrusu bizim beyinsiz olanımız (iblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş.
5. Halbuki biz, gerek insanlar gerekse cinler Allah hakkında asla yalan söylemezler, sanmıştık.
6. Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, onların taşkınlıklarını arttırırlardı.
7. Onlar da sizin sandığınız gibi, Allah'ın hiç kimseyi tekrar diriltmeyeceğini sanmışlardı.
8. Doğrusu biz (cinler), göğü yokladık, fakat onu sert bekçilerle, alev huzmeleriyle doldurulmuş bulduk.
9. Halbuki, (daha önce) biz onun bazı kısımlarında (haber) dinlemek için oturacak yerler (bulup) oturuyorduk; fakat şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir alev huzmesi buluyor.
10. Bilmiyoruz, yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa Rableri onlara bir hayır mı diledi?
11. Gerçekten biz, -kimimiz sâlih kişiler, kimimiz ise bunlardan aşağıda olmak üzere- türlü türlü yollar tutmuştuk.
12. (Artık) şu gerçeği şüphesiz anladık ki, biz yeryüzünde bulunsak da Allah'ı âciz bırakamayacağız, başka yere kaçmakla da elinden kurtulamayacağız.
13. Doğrusu biz, o hidayeti (Kur'an'ı) işitince ona iman ettik. Kim Rabbine iman ederse, artık ne bir (ecrinin) eksikliğe uğratılmasından ne de haksızlık edilmesinden korkar.
14. İçimizde, (Allah'a) teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var. Teslimiyet gösteren kimseler, doğru yolu arayanlardır.
15. Hak yoldan sapanlara gelince, onlar cehenneme odun olmuşlardır.




Doğru Çeviri:
1-15.De ki: Bana vahyedildi ki, şüphesiz yabancılardan bir grup Kur’ân dinleyip de: “Şüphesiz biz, rüşde kılavuzluk eden hayret verici bir Kur’ân dinledik. Bundan dolayı, biz ona iman ettik ve Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak koşmayacağız. 3Gerçek şu ki, Rabbimizin şanı çok yücedir. O, bir dişi arkadaş ve de bir çocuk edinmemiştir.
4.Ve hiç şüphesiz “bizim aklı ermez”, Allah üzerine saçma sapan şeyler söylüyormuş.5Doğrusu biz, bildik-bilmedik her kişinin Allah'a karşı asla yalan söylemeyeceğine inanıyorduk.
6.Gerçekten de insten; çok iyi tanıdığımız kimselerden bazı kimseler, cinden; tanımadığımız yabancı kimselerden bazı kişilere sığınırlar idi. Böylece de, o yabancı kimseler, onların azgınlıklarını, ahmaklıklarını artırırlardı.
7.Gerçekten de onlar sizin inandığınız gibi, Allah'ın asla kimseyi peygamber göndermeyeceğine/ diriltmeyeceğine inanmışlardı.
8.Ve gerçekten biz göğe dokunduk da onu kuvvetli bekçiler ve parlak alevlerle doldurulmuş bulduk. 9.Ve hiç şüphesiz ki biz gökten duyum almak için oturulan yerlere oturur idik. Peki, şimdi her kim duyum almak için uğraşsa, kendine, gözetleyen parlak bir alev buluyor. 10.Biz de, yeryüzündekilere kötülük mü istendi, yoksa Rableri onlara bir doğruluk mu diledi bilmiyoruz.
11.Şüphesiz bizler; bizlerden bir kısmı sâlihlerdendir, bizden bazıları da bunun aşağısındandır. Biz, çeşit çeşit yollarda idik.
12.Ve kesinlikle, Allah'ı yeryüzünde asla âciz bırakamayacağımızı, kaçmakla da O'nu asla âciz bırakamayacağımızı iyice anladık. 13.Ve biz o kılavuzu/ Kur’ân'ı dinlediğimizde ona iman ettik. Onun için kim Rabbine inanırsa, o hakkının eksik verilmesinden ve haksızlığa uğramaktan/ aptal yerine konmaktan, kendisine aşırı yük yüklenilmesinden korkmaz.
14.Ve gerçekten bizim durumumuz ise; Müslümanlar bizdendir, yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar da bizdendir. Ama kimler Müslüman olduysa, işte onlar doğruya, güzele, iyiye, gerçeğe gitmeyi arayanlardır. 15.Ama inanç konusunda yanlış; kendi zararlarına iş yapanlara gelince, onlar da cehennem için odun olmuşlardır” demişlerdir.




1,2.De ki: Bana vahyedildi ki, şüphesiz yabancılardan bir grup Kur’ân dinleyip de: “Şüphesiz biz, rüşde kılavuzluk eden hayret verici bir Kur’ân dinledik. Bundan dolayı, biz ona iman ettik ve Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak koşmayacağız.


Cinnlerden [yabancılardan] bir grup, ayette “نفر nefer” sözcüğü ile ifade edilmiştir. Türkçeye yanlış olarak “bir kişi” anlamında geçmiş olan “nefer” sözcüğü; “sayıları 3 ilâ 10 kişi arasında erkeklerden oluşan bir grup” demektir.3 Buna göre Kur’an dinleyen bu cinnlerin [yabancıların] sayısı 3 ilâ 10 kişiden ibarettir.


Mekkeli olmayıp Mekke’ye dışarıdan gelmiş ve dolayısıyla da Mekkelilerin tanımadıkları yabancılar oldukları için “cinn” denilen bu kişilerden Ahkaf suresinde de söz edilmiştir:

29.Hani Biz gizli ajanlardan Kur’ân'ı dinlemek isteyen bir grubu sana yöneltmiştik. Onlar, Kur’ân'a hazır oldukları zaman, “Susun!” dediler. Sonra Kur’ân'ı dinleyince de birer uyarıcı olarak toplumlarına döndüler.
30-32.Onlar: “Ey toplumumuz! Şüphesiz biz Mûsâ'dan sonra indirilen ve sadece içinde konu edilenleri tasdik eden, hakka ve dosdoğru yola kılavuz olan bir kitap dinledik. Ey toplumumuz! Allah'ın davetçisine karşılık verin ve O'na iman edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir azaptan kurtarsın. Her kim Allah'ın davetçisine karşılık vermezsee, bilsin ki, yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacak değildir. Onun için Allah'ın astlarından yardımcı, yol gösterici, koruyucu yakın kimseler de yoktur. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içerisindedirler” dediler.(Ahkaf/ 29–32)


Bu suredeki “cinn”lerle Ahkaf suresindeki “cinn”lerin aynı “cinn”ler olduğu hususu, klâsik eserlerin ve bu konudaki rivayetlerin tümünde de vardır. Ne var ki, konuyla ilgili olarak rivayet tefsirlerinde anlatılan ayrıntılar, uydurmacılığın ne boyutlara ulaştığını göstermektedir.


Bunlardan birkaçını ibret-i âlem için kısaltarak sunuyoruz:
Bu olayın nasıl olduğu hususunda iki görüş vardır: 
Birincisi, Said b. Cübeyr demiştir ki; cinler gök kapılarını dinlerlerdi, ne zaman ki taşlanıp kovuldular gökte olan bu olay her halde yerde bir şeyden dolayı olsa gerektir diye sebebini aramaya gittiler. O sırada Hz. Peygamber (s.a.v) Mekke halkının kendisine uymalarından ümitsiz olarak İslâm'a davet için Taif'e çıkmıştı. Mekke'ye dönmek üzere bulunduğu zamana tesadüf ediyordu. Batnı Nahil denilen vadide kalkmış sabah namazında Kur'ân okuyordu. İşte oraya Nusaybin cinlerinin ileri gelenlerinden bir bölük cin uğramıştı. Çünkü İblis onları göğün taşlamalarla korunmasını icab ettiren sebebi öğrenmek üzere göndermişti. Kur'ân'ı işittiler ve sebebin o olduğunu anladılar.


İkinci görüş: Allah Teâlâ peygambere cinleri de uyarıp davet etme ve kendilerine Kur'ân okuma görevini de vermişti. Onun için Allah Teâlâ ona Kur'ân dinlemek ve kavimlerini uyarmak üzere bir takım cin göndermişti.
Ebu Hayyan da Bahir'de der ki: Cin kısası iki defa olmuştu, birincisi Taif'ten dönüşündeki. Siyercilerin anlattıkları kıssaya göre onlardan yardımcı aramaya çıkmıştı. Nahle vadisinde namaz kılarken dinlediler, o bilmiyordu sonra Allah Teâlâ onların dinlediklerini haber verdi. Diğer bir defasında da Allah Teâlâ, Peygamber'e cinleri uyarıp onlara Kur'ân okumasını emir buyurmuştu. Bunun üzerine bana cinlere Kur'ân okumam emredildi, arkamdan kim gelecek dedi, bunu üç kere söyledi, Abdullah b. Mesud'dan başkası ses çıkarmamış önlerine bakmışlardı.


Abdullah b. Mesud (r.a) demiştir ki: Cin gecesi benden başka kimse hazır olmadı, gittik. Hacun'daki dağ yoluna vardığımızda bana bir hat çizdi, ben gelinceye kadar bundan çıkma dedi, sonra Kur'ân okumaya başladı. Ben şiddetli bir gürültü işittim hatta Resulullah'a bir şey olmasından korktum, onu birçok karartılar kapladı, onunla benim arama engel oldu hatta sesini işitmez oldum, sonra bulut parçalanır gibi parçalandılar, sonra bana bir şey gördün mü dedi. Evet, beyaz elbiselere bürünmüş siyah adamlar gördüm, dedim, işte onlar Nusaybin cinleri diye buyurdu.


Taberi tefsirinde der ki: Allah Teâlâ "Hani biz cinlerden bir takımını sana yöneltmiştik" buyurduğu cin grubunun kaç adet olduğu hakkında tefsirciler ihtilaf etmişlerdir. Bazısı yedi kişi idi, dedi. Bu cümleden olarak İbnü Abbas'tan İkrime rivayet ederek demiştir ki Nusaybin halkından yedi kişi idiler. Resulullah onları kavimlerine elçi yaptı, diğer bazıları da dokuz kişi idi, dediler. Bunlardan Zirr b. Hubeyş demiştir ki Hz. Peygamber (s.a.v) Nahle vadisinde iken "onun huzuruna vardıkları zaman" âyeti indirildi. Dokuz idiler, birisi Zevbaa idi. صرفنا sarafna sözü yani Allah'ın Resulüne yönelttiği cin grupları peygamberin huzuruna vardıklarında demektir.


Alûsî de şunları kaydetmiştir. İbnü Ebi Hatim'in Mücahid'den rivayetine göre yedi kişi idiler. Üçü Harran'dan, dördü Nüsaybin'den, isimleri de Hasâ, Mesâ, Şasır, Masır, Elerdevanyan, Serme, el-Ahkam yahut el-Ahkab idi.
Taberânî Evsat'ta ve İbnü Merduyye cinnin Resulullah'a iki kere gönderildiğini nakletmişlerdir. Hafaci'nin Şihab'ında Kâdi haşiyesinde Cin Sûresi'nin tefsirinde denilmiştir ki hadisler cinnin gönderilmesi altı kere olduğuna delalet etmektedir. Rivayetlerde gerek adet ve gerek diğer hususta görülen ihtilaf da bununla bağlanmıştır. Nitekim Ebu Nuaym rivayet etmiştir ki: Nüsaybin halkından dokuz kişi nahle vadisinden gittiler, bunlardan fulan ve fulan ve fulan ve'l-Erdevanyan el-Ahkab kavimlerine uyarıcı olarak vardılar, sonra da çıktılar. Resulullah'a heyet halinde yetkili delege olarak geldiler üç yüz kişi idiler. Hacun'a kadar geldiler el-Ahkab geldi Resulullah (s.a.v)'a selam verdi ve kavmimiz seninle görüşmek üzere Hacun'da hazır bulunuyorlar dedi. Resulullah da Hacun'da geceden bir saate söz verdi. İbnü Ebi Hatim de İkrime'den bu âyette onların Musul ceziresinden on iki bin olduklarını rivayet etmiştir. Bu adedi Keşşaf'ta da hikâye eder. Resulullah'ın onlara okuduğu sûre yani Alak Sûresi idi. Bununla beraber Bahir'de İbnü Ömer ve Cabir b. Abdullah (r.a)'dan nakledilmiştir ki; Resulullah (s.a.v) onlara (Rahman) sûresini okudu. "Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz." dedikçe, hayır Rabbimizin âyetlerinden hiçbir şey yalanlamayız "Ey Rabbimiz sana hamd olsun" derlerdi. Bir de Ebu Nuaym Delâil'de Resulullah'a cinlerin gelişinin, peygamberliğin on birinci senesinde olduğunu rivayet etmiştir. Bu kıssanın hicretten üç sene önce olduğunun söylenmesi de bu mânâdadır.”4


Bu konudaki asılsız, dayanaksız rivayetlere ne yazık ki peygamberimizin eşi Ayşe’den başlayıp saf din için Abdullah b. Mübarek ile birlikte mücadele vermiş olan saygın kişilerden Ömer b. Abdülaziz’e kadar pek çok kişi malzeme yapılmıştır. Meselâ bu kişilere dayandırılan ve bazı saf insanların yılanların “cinn” olduğuna inanmalarına sebep olan bir rivayette, pek çok yılanın bu “cinn”lerden biri oldukları gerekçesiyle kefenlenip namazı kılınmak suretiyle defnedildiğinden söz edilmektedir. Maalesef bu rivayet binlerce “yılan–cinn” öyküsünün uydurulmasına da kaynak teşkil etmiştir.


Rivayetlerde ayrıca bu “cinn”lerin ancak 12 yaşındaki bir çocuk kadar akıllı oldukları, insan atıklarıyla beslendikleri, içlerinde Habil’in Kabil’i öldürdüğünü görenlerin bulunduğu gibi ilginç ayrıntılar da yer almaktadır. Bazı rivayetlerde ise bunların nereli ve kim oldukları hakkında malûmat verilmektedir. Meselâ Katade’nin “Bu cinnler Ninova halkından idiler” demesine karşılık, bunların aslında Diyarbekir tarafından Nusaybin cinnleri olduğunu ama onlara Ninovalı da denildiğini ileri süren rivayetler de vardır. İkrime’ye göre Musul yarımadasından olan bu cinnler, İbn-i Abbas’a göre Nasibin cinnlerinden olup 7 kişidirler ve peygamberimiz tarafından kendi kavimlerine elçi tayin edilmişlerdir. İbn-i Düreyd’in bunların isimlerini Şasir, Masir, Menşi, Maşi ve Ahkab olarak vermesine karşılık Mücahid’e göre bunlar Harran halkından idiler ve isimleri de Hişi, Misi, Minşi, Masır, Erd, Enyan ve Ahkam’dır.5


Birbiriyle çelişki içinde olan ve bir sürü saçma senaryo içeren bu hikâyelerin bir kısmı başka nakiller tarafından da çürütülmüştür. Meselâ Darukutni’nin tespitlerine göre İbn-i Mes’ud cinn gecesinde bulunmamıştır. Çünkü Alkame b. Kays ve Ebu Ubeyde b. Abdillah’ın naklettiklerine göre İbn-i Mes’ud “Ben cinn gecesinde bulunmadım” demiştir. Ayrıca nakledildiğine göre Amr b. Murre de Abdullah b. Mes’ud’un cinn gecesinde hazır bulunup bulunmadığını Ebu Ubeyde’ye sormuş ve “hayır” cevabı almıştır.6


Bu uydurma rivayetlerin bir kısmı tarihî gerçeklerle de çelişmektedir. Meselâ söz konusu olay İbn-i Abbas’ın doğduğu yılda gerçekleşmiş olmasına rağmen, olayı İbn-i Abbas’ın görgü şahitliğiyle anlatan birçok rivayet vardır. Ayrıca, peygamberimizin o tarihte henüz inmemiş olan Rahman, Nebe’ ve En’âm surelerini okuduğunun rivayet edilmesi de çok ilginçtir. Hatta İbn-i Mes’ud’un rivayetindeki abdest alma sahnesi, abdest ayetinin Medine’de son dönemde indiği dikkate alındığında, tam bir garabeti yansıtmaktadır.


Aslında ayrıntılar bir tarafa bırakılıp da bu konudaki rivayetler “Giriş” bölümünde verdiğimiz “Akabe Beyatleri” alıntısı ile karşılaştırıldığında, rivayetlerin bu alıntıda anlatılanlara tamamen ters olduğu görülmektedir. Çünkü rivayetlerin aksine “Akabe Beyatleri” alıntısı, bu cinnlerin Yesrib’li insanlar olduklarını bildirmektedir. Yesribli heyettekilerin “cinn” olarak nitelenmeleri, yukarıda da belirtildiği gibi, hem Mekke’nin ve peygamberimizin yabancısı olmaları, hem de Mekkeli müşriklerin muhtemel saldırılarına maruz kalmamaları için güvenlikleri sebebiyledir. Söz konusu “cinn”lerin hayalî yaratıklar olduğu iddiasındakilerin bu meseleye getirdikleri yorum ve yaklaşımlar isabetli değildir.


“Cinn”lerin başka boyuttan varlıklar olarak düşünülmesi Kur’an’a da uymamaktadır. Çünkü onlarca ayette vurgulandığı gibi, peygamberimiz bir beşerdir, beşere elçi olmuştur ve “sizden, içinizden biri” olarak nitelenmiştir. Yani o bizden biridir ve başka boyuttaki varlıklara değil, bize elçi gönderilmiştir.


Eğer bu “cinn”ler başka boyuttan varlıklar olsa idiler, zaten sünnetullah gereği onlara gönderilen elçinin de kendi cinslerinden olması gerekmektedir:
95.De ki: “Eğer yeryüzünde huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette Biz onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik.”(İsra/ 95)


HAYRET VERİCİ KUR’AN
Ayette geçen “عجباً acaben” sözcüğü, kalıp olarak mübalâğa anlamı ifade eder. Dolayısıyla buradaki “cinn”lerin “Biz hayret verici bir Kur’an dinledik” ifadesi, “Biz öyle bir Kur’an dinledik ki, dil ve konu itibariyle şahane, emsali yok, alışılmışın dışında, diğer kitaplardan çok farklı” anlamına gelmektedir. Nitekim dinleyenler Kur’an’ın ilâhî bir mesaj olduğunu hemen anlamışlar, kılavuzluğunu kabullenmişler ve hemen iman etmişlerdir.


KUR’AN, RÜŞDE KILAVUZLUK ETMEKTEDİR
Kur’an’ı dinleyen “cinn”lerin [yabancıların] kendi toplumlarının insanlarına anlattıkları kılavuz öyle bir şeydir ki, “cinn”ler ondan hemen etkilenip imana gelmişler ve artık Rabblerine ortak koşmamaya karar vermişlerdir. Buradan, bu “cinn”lerin daha önce şirk içinde oldukları ve Kur’an’daki uyarılar sayesinde akıllarını başlarına alıp şirkten kurtuldukları anlaşılmaktadır. Kur’an’dan bu şekilde etkilenmeleri onların Kur’an’ın özelliklerini iyi tanımış olmalarını gerektirmektedir. Kur’an’ı peygamberimizden Arapça dinleyip anlamaları ise bu “cinn”lerin Arapçaya iyice vakıf olan birileri olduklarını göstermektedir.


Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da kılavuz olarak elçinin değil, Kur’an’ın gösterilmesidir. Gerçekten de Kur’an iyi tetkik edildiğinde, gerçeklere kılavuzluk edenlerin elçiler değil, “vahiy”ler olduğu görülmektedir. Kılavuzluğun rüşde yönelik olması ise ayrıca üzerinde durulması gereken bir husustur.


الرِشدRÜŞD
Bakara/186, 256, A’râf/146, Nisa/6, Kehf/10, 17, 24, 66, Enbiya/51, Cinn/10, 14, 21, Mümin/29, 38, Hucurat/7, Hud/78, 87, 97 ve bu ayette olmak üzere farklı türevleriyle Kur’an’da 19 kez yer alan “rüşd” sözcüğü, “doğru ve eğriyi ayırt etme bilinci, zihinsel olgunluk, doğru yolu bulup ona girmek, iyi ve doğru olan şeyleri yapabilme olgunluğuna ulaşmak” anlamlarına gelir.7 “Reşit olma”, “rüşdüne erme”, “irşat etme”, “mürşit” gibi türevleri Türkçede de kullanılan “rüşd” sözcüğünün Kur’an ayetlerindeki manasını da kısaca “İslâm’ın öngördüğü olgunluğa ulaşmak ve yaşamak” diye tarif etmek mümkündür.


Buna göre “rüşde kılavuzluk eden Kur’an” ifadesi, “Kur’an’ın insanları akıllarını kullandırarak bilinçlendirdiği, olgunluğa ulaştırdığı, bir başka ifade ile kimseyi büyülemediği, kimsenin beynini yıkamadığı” anlamına gelmektedir.



3.Gerçek şu ki, Rabbimizin şanı çok yücedir. O, bir dişi arkadaş ve de bir çocuk edinmemiştir.


Kur’an’dan öğrendiklerini kendi toplumuna aktarmaya devam eden cinn [yabancı], bu ayette çok önemli iki hususu, Allah’ın şanının yüceliğini ve O’nun eş ve çocuk edinmemiş olduğunu dile getirmiştir.


Eş ve çocuk, yaratılış özellikleri gereği insanların basit hayatta duydukları bir takım gereksinmelerine cevap vermektedir. Fiziksel dürtüler insanı bir eşe; neslini devam ettirip gelecekte yalnız kalmama, daha güçlü ve daha güvende olma endişesi de çocuk sahibi olmaya yöneltmektedir. Ancak Yüce Allah her türlü noksanlıklardan arınık olduğu için basit hayatın bu zaaflarından münezzehtir. Zaten Allah’ın bir dişi arkadaş ve çocuk edinmediğini bildiren ifade de, Rabbimizin eş ve çocuk edindiği yolunda yapılan yakıştırmaların ve batıl inançların kesinlikle reddedilmesi gerektiğini bildiren bir ifadedir. Buradan da, söz konusu “cinn”lerin [yabancıların] Yahudi ve Hıristiyanların bu konudaki sapkın inançlarını bildikleri, dinledikleri Kur’an sayesinde de gerçekleri öğrendikleri anlaşılmaktadır.



4.Ve hiç şüphesiz “bizim aklı ermez”, Allah üzerine saçma sapan şeyler söylüyormuş.
5.Doğrusu biz, bildik-bilmedik her kişinin Allah'a karşı asla yalan söylemeyeceğine inanıyorduk.


Klâsik anlayış sahipleri, bu ayetteki “bizim sefih” ifadesinden İblis’i anlamış ve tüm kabahati İblis’e yüklemişlerdir. Oysa biz, “bizim sefih” ifadesi ile kastedilen kişinin “cinn”lerin [yabancıların] kendi imamları [toplumsal önderleri] olduğu kanaatindeyiz.


Anlaşıldığına göre, o toplumda değer verilen, saygı gösterilen bu önder, toplumunu Allah hakkında yalan yanlış bir sürü saçmalıklarla kandırmıştır. Zira gözünü maddî ve manevî hırslar bürümüş inançsızların Allah hakkında yalan düzmeleri sık karşılaşılan bir durumdur.


Bu sebeple Rabbimiz Kur’an’da “sizi kandıran Allah ile kandırmasın” diye uyarıda bulunmaktadır:
34.Ey iman etmiş kişiler! Şüphesiz, hahamlardan, rahiplerden birçoğu kesinlikle insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Ve altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayan kimseler, hemen onlara acıklı bir azabı müjdele!(Tövbe/ 34)


5.Ey insanlar! Hiç şüphesiz, Allah'ın yapmak için verdiği söz gerçektir. Onun için bu basit dünya yaşamı sizi aldatmasın. Ve sakın o aldatıcı, sizi, Allah ile aldatmasın. 6Şüphesiz o şeytan, sizin için düşmandır. Onun için siz de onu düşman edinin. Şüphesiz şeytan kendi taraftarlarını alevli ateşin ashâbından olmaları için çağırır.(Fatır/ 5)


Aynı uyarılar Lokman/33 ve Hadid 14’te de vardır.
Ayette geçen “cinn ve ins” terkibi, ayrıntısını “Giriş” bölümündeki “Cinn Kavramı ve Kur’an’daki Cinn” başlıklı incelememizde açıkladığımız gibi, “bildik bilmedik, herkes” anlamına gelmektedir.


شططاً ŞATAT
“Saçma sapan şeyler” olarak kapsamlı bir anlamla çevirdiğimiz “ شططşatat” sözcüğü “aşırılık, küfürde aşırıya gitme, aşırı yalan, anlamsız şey, hakktan uzak olma”8 demektir. Ayetteki “saçma şeyler” ifadesiyle kastedilenler, Allah’a eş, çocuk edinmişlik yakıştırma, meleklerin Allah’ın kızları olduğunu iddia etme, Yahudilerin Allah’ın seçkin kulları olduğunu zannetme gibi davranışlardır.



6.Gerçekten de insten; çok iyi tanıdığımız kimselerden bazı kimseler, cinden; tanımadığımız yabancı kimselerden bazı kişilere sığınırlar idi. Böylece de, o yabancı kimseler, onların azgınlıklarını, ahmaklıklarını artırırlardı.


Dikkat edilirse “ins” ve cinn” sözcükleri bu ayette “ins-cin” kalıbında kullanılmamıştır. Bu sebeple her iki sözcük de kendi özgün anlamlarıyla, yani “ins” sözcüğü “çok iyi tanıdığımız kimseler” ve “cinn” sözcüğü de “tanımadığımız yabancı kimseler” olarak çevrilmiştir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da, surenin kahramanı olan “cinn”lerin [yabancıların] kendilerini “ins” olarak, tanımadıkları ve kentlerinde ajan olarak dolaşan yabancıları da “cinn” olarak nitelemeleridir. Anlaşıldığına göre, surenin kahramanı olan “cinn” [yabancı] grubunun tanıyıp bildiği insten bazı kişiler, bu grubun tanımadığı [cinnden] bazı kişilere sığınmakta ve onlardan yardım görmekte, akıl almaktadırlar.


RİCAL
رجال Rical” lügatte “kişiler, kimseler” demektir. Bazıları buradaki “rical” sözcüğünü özelleştirip sözcükle “vadinin sahibi cinnler”in kastedildiğini iddia etmişlerdir. Nitekim bu ayetlerle ilgili olarak klâsik kaynaklardaki açıklamaların başında, İbn-i Abbas’a atfedilen hayli mantıksız bir bilgi verilmekte ve “cinne sığınma” eylemi bu mantıksız bilgi ile ilişkilendirilmektedir. Verilen bilgi, Cahiliye döneminde Arapların ıssız ve ürkütücü yerlerden geçerken veya böyle yerlerde konaklama yaparken “Bu vadinin sahibi olan cinne sığınıyoruz” dedikleri9 ve bu sayede başlarına gelebilecek kötülüklerden korunduklarına inandıkları yönündedir.


Bize göre cahil Arapların bu inanç ve davranışlarının konumuzla bir alâkası yoktur. Çünkü ayette, kendisine sığınılan cinnin bu sığınanları etkileyip sapıklıklarını arttırdığından bahsedilmektedir. Nitekim 7. ayette de görüleceği gibi, cinn kendisine uyanların inançlarını bozmakta, Allah’ın kimseyi peygamber göndermeyeceğine veya kimseyi ölümünden sonra diriltmeyeceğine inandırmak suretiyle onların sapıklıklarını arttırmaktadır. Dolayısıyla ayette bahsi geçen “sapıklık arttıran cinn” ile cahil Arapların korku ile sığındıkları “metruk harabelerin var olmayan cinni” arasında herhangi bir ilişki kurmak çok yanlıştır.


Biz, ayette bildirilen bu “inanç bozan cinn”in, Ebucehil, Velid b. Muğıyre gibi Mekke ileri gelenleri tarafından peygamberimizi etkisiz kılabilmek için çevredeki kentlere, toplumlara gönderilen ajanlar olabileceği kanaatindeyiz.



7.Gerçekten de onlar sizin inandığınız gibi, Allah'ın asla kimseyi peygamber göndermeyeceğine/ diriltmeyeceğine inanmışlardı.


Bu ayetteki “ظنّ zann” sözcüğü, Arapçanın klâsik kuralı gereği “yakin [kesin bilgi]” anlamındadır.10


Ayette, insanı rüşde kılavuzlayan Kur’an’ı dinleyerek hakikati kavramış olan cinnler [yabancılar], kendilerine yabancı olan ama içlerinde faaliyet gösteren karanlık kişilerin neler yaptıklarını, sürekli saçma şeyler ortaya atarak halkı nasıl yanlışa yönelttiklerini açıklamaktadırlar.


Ayette geçen “يبعث احداّ yeb’ase ehaden” ifadesini iki farklı anlamda değerlendirmek mümkündür. Çünkü “ بعثbeas” sözcüğü “öldükten sonra diriltme” anlamına geldiği gibi, “ölmüş toplumu peygamber göndererek canlandırma” anlamında da kullanılır.


Buna göre ifadenin:
* “Allah’ın asla kimseyi peygamber göndermeyeceğine inanmışlardı” veya
* “Allah’ın asla kimseyi diriltmeyeceğine inanmışlardı” şeklinde çevrilmesi ve anlaşılması yanlış olmaz. Ancak, Kur’an’da toplam olarak 68 yerde geçen “beas” sözcüğü çoğu yerde “elçi göndermek” anlamına gelmektedir.


213.İnsanlar tek bir önderli toplum idi de Allah müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve anlaşmazlık ettikleri konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hak ile kitap indirdi. Ve sırf o Kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.(Bakara/ 213)


103.Sonra o elçilerin/ o toplumların arkasından Mûsâ'yı alâmetlerimizle/ göstergelerimizle Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik de onlar, alâmetlere/ göstergelere haksızlık ettiler. Hele bir bak, o bozguncuların âkıbetleri nasıl oldu!(A’râf/ 103)


75.Kafile dediler ki: “Onun cezası, kimin yükünde çıkarsa, işte kendisi, onun cezasıdır/o, alıkonur, bedelini kendisi öder. Biz yanlış; kendi zararlarına iş yapanlara işte böyle ceza veririz.”(Yusuf/ 75)


94.Ve insanlara yol gösterimi/Kur’ân gelince, kendilerinin iman etmelerine, sadece “Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?” demeleri engel olur.(İsra/ 94)


8.Ve gerçekten biz göğe dokunduk da onu kuvvetli bekçiler ve parlak alevlerle doldurulmuş bulduk. 9.Ve hiç şüphesiz ki biz gökten duyum almak için oturulan yerlere oturur idik. Peki, şimdi her kim duyum almak için uğraşsa, kendine, gözetleyen parlak bir alev buluyor. 10.Biz de, yeryüzündekilere kötülük mü istendi, yoksa Rableri onlara bir doğruluk mu diledi bilmiyoruz.


Bu ayetlerdeki ifadeden anlaşıldığına göre, Kur’an dinleyerek gerçekleri görmüş ve imana gelmiş olan yabancılar, özeleştiri yaparak Kur’an ile tanışmadan önceki durumlarını dile getirmektedirler. Çünkü konuşmacı olan cinn, daha önce müneccimlik yaptıklarını, umutlarını yıldızlardan alacakları bilgilere bağladıklarını, bu amaçla sürekli rasathanelere oturup beklediklerini, ama göklerin yıldızlarla ve meteorlarla dolu olduğunu, bunlara bakarak istedikleri bilgileri elde edemediklerini, sonuç olarak da hiç kimse için yarının ne getireceğini öğrenemediklerini sayıp dökmektedir.


İşin aslı bu olmasına rağmen bu ayet gurubu hakkında mantık dışı açıklamalar yapılmıştır:
Süheyli’nin naklettiğine göre, Şeytan daha önce yedi kat semaya girip çıkıyordu. İsa’nın doğumuyla ona üç tanesi yasaklandı. Muhammed’in doğumuyla da yedisinin tamamı yasaklandı. Başka rivayetlere göre de Muhammed elçi olunca büyük bir meteor yağmuru meydana geldi. Bu, Taif sakinlerini korkuttu. Ama onların kabile reislerinden biri dedi ki: Eğer bunlar, gecenin karanlığında kendilerine bakarak yolumuzu bulduğumuz yıldızlar ise, bu dünyanın sonu demektir. Aksi halde korkmamız gereken, başka bazı şeyler olmaktadır ve Allah bir şey irade etmiştir.11 Razi de şunları kaydetmektedir:


Cinlerin Göğü Yoklamaları
Yedinci Nev: Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz ciddi bir surette göğe erişmek istedik, fakat onu sert bekçilerle ve şihablarla doldurulmuş olarak bulduk" (Cinn/8) ayetinin beyan ettiği husustur.


لمس (lems), mess anlamında olup "tecessüs etti, araştırdı, yokladı" manasında istiare yoluyla kullanılmıştır. Çünkü dokunan kimse, arayan ve tanımak isteyen kimsedir. Nitekim Arapçada "Dokundu; dokundu, araştırdı..." denilir. Ki, bunun bir benzeri de “cess” köküdür. Nitekim Arapça'da "Onu gözleriyle takip ettiler; onun hakkında tecessüste bulundular” denir. Buna göre ayetin manası, "Biz, semaya çıkıp da oradakilerin sözlerini dinlemek istedik" şeklinde olur. Hares (الحرس), tıpkı Hadem (الخدم) kelimesinin hizmetçiler anlamına gelmesi gibi, manasında tekil bir isimdir. İşte bundan dolayı müfret olan “شديدا şediden” kelimesiyle nitelenmiştir. Şayet bunun anlamı gözetilmiş olsaydı, o zaman “ شدادا şidaden” denilirdi.


Gökten Kovulmaları
Sekizinci Nev: Cenâb-ı Hakk'ın, "Halbuki, hakikaten biz, dinlemek için, göğün bazı kısımlarında oturacak yerler bulup oturuyorduk. Fakat şimdi, kim dinleyecek olursa, kendisini gözetip duran bir şihabın karşısında bulur" (Cinn/9) ayetinin beyan ettiği husustur. Bu ifade, "Biz dinliyorduk, ama şu anda her ne zaman dinlemek istesek şihablarla kovuluyor ve taşlanıyoruz" demektir.


Şihab
Ayetteki “ شهابا رصدا şihaben rasaden” tabiri hususunda şu izahlar yapılabilir:
a- Mukâtil, "Şihabların taşlaması, meleklerin de gözetmesi ile karşılaşırız" manasını vermiştir.

b- Mananın böyle olması halinde kelamın takdirinin “ شهابا رصدا şihaben rasaden” şeklinde olması gerekir. Çünkü “gözetleyiciler” شهابا şihaben'den başka birşey olup راصد râsıd[gözetleyen] kelimesinin çoğuludur.
c- Ferrâ da "Kendisini taşlamak için, gözetleyen bir şihab" anlamını vermiştir ki, buna göre “ رصدا rasaden” kelimesi “ شهابا şihaben” kelimesinin sıfatı olup mef'ûl anlamında bir masdardır.
d- “ رصدا rasaden” kelimesinin ism-i fail anlamında “ راصدا rasıd” olması da mümkündür. Çünkü o cinler için hazırlanmış olunca, sanki onları gözetleyen ve bekleyen gibi olmuş olur. Bil ki biz, bu meseleyi, Mülk/5. ayetinin tefsirinde tafsilatlı bir biçimde ele almıştık.


Şihablar bi'setten önce yok muydu?
Buna göre şayet, "Şuhûblar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamber olarak gönderilmesinden önce de vardı. Delili ise şunlardır:

1- Eski felsefecilerin tamamı, şuhublann akmasının sebepleri hususunda pek çok şey söylemişlerdir. Bu, bunların Hz. Peygamber (s.a.s)'in nübüvvetinden önce de mevcut olduğunu gösterir.

2- Mülk Suresi’nin 5. ayeti. Çünkü Cenâb-ı Hak bu sûrede yıldızların yaratılması hususunda iki gayeden, yani tezyîn ve şeytanların taşlanmasından bahsetmiştir.

3- Bu akma batma işi cahiliye şiirinde de yer almıştır. Nitekim Evs b. Hicr "Derken, peşinden, yağmuru sicim sicim eleyen bir birikintisi gelen bir inci gibi kayıverdi, akıverdi" derken, Avf b. el-Hır o da, "Kervan bize, sevgilisiz geliyor. Ya da, kendisini kanın izlediği bir inci gibi burcun (batımı)" beytinde yine şihabdan bahsetmiştir.

Zührî de, Ali İbn Hüseyin'in İbn Abbas'tan şunu rivayet ettiğini söylemektedir: "Bir gün Allah'ın Resulü, Ensâr'dan olan bir topluluk içinde oturuyordu. Derken, bir yıldız aktı da etrafı aydınlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Sizler bu gibi şeyler hakkında cahiliyye döneminde ne derdiniz?" diye sorunca, onlar da, "Bizler, (herhalde şu anda), "Büyük bir zat doğdu veya öldü" derdik" dediler. Biz bu hadisi, Cenâb-ı Hakk'ın Mülk 5. ayetinin tefsirinde sonuna kadar yazıp ele almıştık.

Bunlar sözlerine devamla şöyle demektedirler: "Bütün bu sebeplerle, ‘şuhub’un Hz. Peygamber (s.a.s) peygamber olarak gönderilmeden önce de mevcut olduğu sabit olmuştur. Binaenaleyh, bu hadisenin Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber olarak gönderilmesine tahsis edilmesinin manası ve hikmeti nedir denilirse, buna şu iki mukaddime ile cevap verebiliriz:


Birinci Mukaddime: Bu şihablar Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamber olarak gönderilmesinden önce mevcut değildi. Bu, İbn Abbas (r.a) ile Ubeyy İbn Ka'b'ın görüşüdür. Ibn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Cinler göğe çıkıyor ve vahyi dinliyorlardı. Fakat onlar (gökten) bir kelime duyduklarında, ona dokuz tane de ilavede bulunuyorlardı. O tek kelime doğru ve haktı. Ama ilaveler, bâtıl [yalan] idi. Hz. Peygamber (s.a.s) peygamber olarak gönderilince, o şeytanlar [cinler] gökte oturup vahiy dinledikleri o yerlerden kovuldular. Bundan önce ise, o yıldız (kaymaları) görülmüyordu. Bunun üzerine İblis, onlara, "Bu ancak yeryüzünde meydana gelen (önemli) bir hadiseden dolayı olmuştur" dedi ve askerlerini, araştırmak için dört bir tarafa gönderdi. Derken onlar, Resûlüllah (s.a.s), ayakta namaz kılıyorken buldular gördüler..."
Ubeyy b. Ka'b (r.a) da şöyle demiştir: "Hz. İsa (a.s) göğe kaldırıldığından beri, hiç yıldızla taşlama olmadı. Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderilince, yıldızlarla taşlama başladı. Böylece Kureyş, daha evvel görmediği bir hadiseyi görmeye başladı. Dolayısıyla da, "Artık dünyanın sonudur" zannıyla, hayvanlarını salıvermeye, kölelerini azad etmeye başladı. Bu durum, onların büyüklerinden birine ulaştı ve o, "Bunu niçin yaptınız?" deyince, onlar da, "Yıldızlar atıldı [kaydı] ve onları gökte birbiriyle çarpışıyor olarak gördük" dediler. Bunun üzerine o, "Sabredin. Eğer bu bilinen bir yıldız ise, zaman insanların yok edileceği zamandır. Yok, eğer bilinmeyen bir yıldız ise, ortada yeni meydana gelen bir hadise vardır" dedi. Onlar da araştırmaya başladılar ve (koyan-çarpan) o yıldızın, tanınmayan bir yıldız olduğunu anladılar. Durumu o adama haber verdiler. Bunun üzerine o, "Hüküm vermekte acele etmeyin. Böyle bir şey, yeni bir peygamber geldiğinde olabilecek bir şeydir" dedi. Aradan çok geçmeden Ebû Süfyan, mallarının başında olarak geldi ve o topluluğa, Muhammed b. Abdullah (a.s)'ın ortaya çıkıp kendisinin peygamber olarak gönderildiğini [vazifelendirildiğini] iddia ettiğini haber verdi."
Belki de bu kimseler, evvelki semavî kitapların tahrif edildiğini söylemişler; şeytanları yıldızlarla taşlama mucizesini, sonrakilerin bu kitaplara kattıklarını iddia etmişlerdir. Keza cahiliyye devrine ait nakledilen şiirlerin ise uydurma olduklarını ileri sürmüşlerdir.


Şihabların Artırılması
İkinci Mukaddime: Doğruya en yakın görüşe göre, bu şihablar, Hz. Peygamber (s.a.s)'den önce de mevcuttu. Fakat o, peygamber olarak gönderildikten sonra iyice artırılmış ve en mükemmel, en güçlü hale gelmiştir. İşte bu, ayetin lafzının kendisine delalet ettiği görüştür. Çünkü ayette, "Fakat onu, sert bekçilerle ve şihablarla doldurulmuş olarak buldular" buyrulmuştur ki, bu, sonradan meydana gelen hususun doldurma ve çoğaltma olduğunu gösterir. Ayetteki, "Halbuki hakikaten biz, dinlemek için onun bazı kısımlarında, oturacak yerler bulup oturuyorduk" cümlesi de aynı manayı ifade etmekte olup "Biz orada, bazı oturma yerlerini, bekçilerden ve şihablardan boş olarak buluyorduk. Ama şu anda bütün oturma yerleri doldu" demektir. Buna göre, cinleri belde belde dolaşıp bu hadisenin sebebini araştırmaya sevkeden şey, şihablarla püskürtmenin iyice artması ve kendilerinin kulak hırsızlığından tamamen menedilişleridir.

Dokuzuncu Nev (çeşit): Hak Teâlâ'nın şu ayetinin beyan ettiği şeydir:

"Doğrusu biz, yerdekiler için bir şer mi murad ediliyor, yoksa Rableri onlar için bir hayır mı murad ediyor, bilmiyoruz" (Cin, 10).12


LEMS
“ لمسLems” sözcüğü “dokunmak, elle yoklamak”13 demektir. Dokunmak eylemi genellikle bilgi almak, bir nesnenin sertlik, yumuşaklık, sıcaklık, soğukluk yönünden niteliğini öğrenmek amacıyla yapıldığı için, sözcük burada mecazen “bilgi almak maksadıyla gökteki yıldızlarla kurulan temas”ı, yani yıldızların incelemeye alınmasını ifade etmektedir.


EL’AN (ŞİMDİ)
Bu sözcük gökyüzü için değil, “cinn”ler [yabancılar] için kullanılmış olup onların iman etmiş hâllerini ifade etmektedir. Yani, eskiden, gerçek imana ermeden, Allah’ı tanımadan, tevhidi öğrenmeden önce, yıldızlara bakarak bir takım hesaplarla gaybe ait bilgileri öğrendiklerini iddia eden kâhinler tarafından kandırılan bu grup, şimdi, dinledikleri Kur’an sayesinde hem Allah’ı tanımışlar hem de kâhinlerin yıldızlardan bir şey öğrenemediklerini ve onların sadece yalan söylediklerini anlamışlardır. Çünkü kâhinlerin (şimdiye kadar) herkesi, Allah’ın gökte melekleri ile sohbet ettiği, yarının [geleceğin] kimin için iyi, kimin için kötü olacağını konuştuğu, onlarla beraber plan program yaptığı masallarıyla uyuttukları ve gökte yapılan bu plânların emirleri altındaki cinnler tarafından kulak hırsızlığı yapılarak, yani kimseye çaktırmadan dinlenerek kendilerine aktarıldığı palavrasıyla sömürdükleri, Kur’an sayesinde ortaya çıkmıştır. Şimdi artık Kur’an dinleyenler bilmektedirler ki, gayb bilgisi sadece Allah’a mahsustur ve bu bilginin Allah’ın izni dışında öğrenilmesi asla mümkün değildir.


Gizlice dinlemek suretiyle gaybden haber alındığı yalanıyla yapılan sahtekârlık Hicr suresinin 16–18. ve Saffat suresinin 6–10. ayetleri içinde de söz konusu edilmiştir. Gerçi Hicr ve Saffat surelerindeki kulak hırsızları Kur’an’da “Şeytan-ı Racim [İblis] ve “şeytan-ı marid” olarak nitelenmiştir ama, konuyu suistimal edenler bunları da duyum almak için oturulan yerlere oturan cinnlerle aynı telâkki etmişlerdir. Hicr suresinin 16–18. ayetlerinde ayrıntılı olarak ele alınacaktır.



11.Şüphesiz bizler; bizlerden bir kısmı sâlihlerdendir, bizden bazıları da bunun aşağısındandır. Biz, çeşit çeşit yollarda idik.
Kur’an’ı dinlemiş ve inanmış olan cinn [yabancı] gurubunun özeleştirisi bu ayette de devam etmektedir. Toplumda “düzgün” nitelikte olanların da, bu nitelikten mahrum olanların da var olduğu belirtilerek toplumun kendi içinde bir takım yollara, mezheplere, meşreplere ayrılmış olduğu, aralarında birlik beraberlik olmadığı itiraf edilmektedir.


Toplumda her zaman kötülerin arasında düzgün kişilerin de olacağı, A’râf suresinde de bildirilmişti:
168.Ve onları yeryüzünde birçok önderli toplumlara ayırdık. Onlardan bir kısmı düzgün kimselerdi, bir kısmı da bundan aşağı idi. Ve Biz, onları dönsünler diye iyiliklerle ve kötülüklerle sınama yaptık.(A’râf/ 168)


KIDED
قدداً Kıded” sözcüğünün esas anlamı “köseleden yapılan sicim”14 demektir. Bu sözcükle ayette “birbirine karışmayan, bulaşmayan, birbiriyle uzlaşmayan fırkalar, guruplar, hizipler, klikler” kastedilmiştir.



12.Ve kesinlikle, Allah'ı yeryüzünde asla âciz bırakamayacağımızı, kaçmakla da O'nu asla âciz bırakamayacağımızı iyice anladık. 13.Ve biz o kılavuzu/ Kur’ân'ı dinlediğimizde ona iman ettik. Onun için kim Rabbine inanırsa, o hakkının eksik verilmesinden ve haksızlığa uğramaktan/ aptal yerine konmaktan, kendisine aşırı yük yüklenilmesinden korkmaz.


Buradaki “zann” sözcüğü de tıpkı 7. ayetteki gibi, Arapçanın klâsik kuralı gereği “yakin [kesin bilgi]” anlamındadır.


Bu ayetlerden, Kur’an dinlemiş olan yabancı grubun Kur’an’ı iyice özümsediği, Allah’tan kaçmanın imkânsızlığını ve mutlaka O’na dönüleceğini kavradığı, Allah’a teslim olanın mutlaka bahtiyar olacağına ve haksızlığa uğratılmayacağına kesinlikle inandığı anlaşılmaktadır.


Düzgün kimselerin haksızlığa uğratılmaması “Sünnetullah”ın gereğidir. Bu durum Kur’an’da çeşitli vesilelerle ifade edilmiş, Ta Ha suresinde de bağımsız bir ayet olarak bildirilmiştir:
112.Ve her kim iman eden biri olarak düzeltmeye yönelik işlerden yaparsa, artık o, bir haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden korkmaz.(Ta Ha/ 112)


Yukarıdaki ayetlerin içeriğinden anlaşılmaktadır ki, söz konusu cinn [yabancılar] grubunun peygamberimizden dinlediği ayetler, rivayetçilerin ileri sürdükleri gibi sadece namaz kıldırırken okuduğu Fatiha suresinden ibaret değildir. “Anladık, inandık” demeleri, onların o güne kadar inmiş ayetlerin hepsini ya da pek çoğunu dinlediklerini göstermektedir. Aksi hâlde bu derece bir bilince ermeleri mümkün değildir.



14.Ve gerçekten bizim durumumuz ise; Müslümanlar bizdendir, yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar da bizdendir. Ama kimler Müslüman olduysa, işte onlar doğruya, güzele, iyiye, gerçeğe gitmeyi arayanlardır. 15.Ama inanç konusunda yanlış; kendi zararlarına iş yapanlara gelince, onlar da cehennem için odun olmuşlardır” demişlerdir.


KIST
14. ve 15. ayetlerde “zalimler” olarak çevirdiğimiz “ القاسطون qâsitûn” sözcüğü adalet ve zulüm için de kullanılabilen bir sözcüktür. Zıt anlamlara gelebilen bu tür sözcüklere Arapçada “ezdâd” denir. Bu özelliğinden dolayı “qâsitûn” sözcüğünün “adil olanlar” anlamında çevrilmesi de mümkündür. Bu sözcüğün hangi yerde hangi anlamda olduğu, içinde geçtiği konudan anlaşılır. Sözcüğün burada “zalimler” olarak çevrilmesi, 14. ayette “Müslümanlar” sözcüğünün karşıtı olarak yer alması sebebiyledir. Sözcüğün bu özelliğine örnek olması bakımından, klâsik eserlerde yer alan bir metni, Razi’nin anlatımıyla dikkatlerinize sunuyoruz:


Saîd b. Cübeyr İle Haccac:
Sa'îd b. Cübeyr'den rivayet edildiğine göre, Haccâc, öldürmek istediği zaman ona, "Benim hakkımda ne dersin?" demiş. Sa'îd de, "Sen kâsıt ve âdilsin" demiş. Bunun üzerine oradakiler, Sa'îd b. Cübeyr'in onu âdil ve insaflı olarak nitelediğini sanarak "Ne güzel söyledi!" deyince, Haccâc, "Ey cahiller, o beni zâlim ve müşrik diye tavsif etti" demiş. Zalim olma ile ilgili olarak da Hak Teâlâ'nın müşrik olma ile ilgili olarak "Hem sonra o kafirler rablerinden udûl ederler, dönerler" (En'âm, 1) ayetini okumuştur.15
Ayrıca “udl” sözcüğünün de “kıst” sözcüğü gibi “ezdad”dan olduğunu belirtmek gerekir. Adalet ve kıst sözcükleri ile ilgili detay, Yunus Suresinin 4. ayetinin tahlilinde verilmiştir.


14. ve 15. ayetlerde, söz konusu yabancı gurubun kendi memleketlerindeki arkadaşlarına yaptıkları konuşmanın son bölümü anlatılmaktadır. Bu konuşma dikkatle incelendiğinde, Kur’an’ın rüşde; iyiye, doğruya, güzele ne ölçüde kılavuzladığı iyice anlaşılmaktadır.


Bu konuşmada gözden kaçırılmaması gereken bir husus da konuşmayı yapanların peygamberden hiç bahsetmeyişleridir. Bu konuşmanın yer aldığı pasaj tamamen Kur’an eksenlidir ve konuşmayı yapanlar da Kur’an’dan başka kılavuz olmadığını, olamayacağını öğrenmişler ve Hüda’ya, gerçek kılavuza yönelmişlerdir. Konuşmanın sonunda geçen “zalimler” sözcüğü ile öncelikle şirk koşanlar kastedilmektedir. Çünkü zulüm, pek çok ayette “şirk koşmak” olarak açıklanmıştır.


CEHENNEME ODUN OLMAK
Bu ifadeden, müşriklerin cehennemde bizzat yanmakla kalmayıp başkalarını yakacak ısının da kaynağı olacakları anlaşılmaktadır.
24.Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse kâfirler; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseler için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korunun.(Bakara/ 24)


6,7.Ey iman etmiş kimseler! Kendinizi ve yakınlarınızı, yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir Ateş'ten koruyun. Ateşin üzerinde, Allah'a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba görevli güçler vardır. Ey kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kimseler! Bugün özür dilemeyin. Siz ancak işlediklerinizin cezasını çekeceksiniz!(Tahrim/ 6,7)


Klâsik eserlerde “cinn zaten ateşten yaratılmıştı, ateş ateşi yakar mı?” sorusuna cevap aranmış ve olmadık zorlama açıklamalara yer verilmiştir. Ancak bize göre surede bahsedilen “cinn”, Mekkelilere yabancı olan insanlar olup ateşten yaratılmış olan “cann” değildir. Bu nedenledir ki, söz konusu zorlama yorumların naklini gereksiz görüyoruz.*





*İşte Kuran, Cin Suresi

Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim