• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

37Kamer Suresi 1-5




Hatalı Çevrilen Ayetler


37Kamer Suresi 1-5


Hatalı Çeviri:
1. Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.
2. Onlar bir mucize görürlerse hemen yüz çevirirler ve: Eskiden beri devam edegelen bir büyüdür, derler.
3. Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular. Halbuki her işin ulaşacağı yeri vardır.
4. Andolsun onlara, kötülükten önleyecek nice önemli haberler gelmiştir.
5. Bu büyük bir hikmettir. Fakat (yüz çevirene) uyarılar ne fayda verir!


Doğru Çeviri:
1O saat/kıyâmetin kopuş anı yaklaştırıldı. Ve her şey açığa çıkarıldı.80
2Onlar ise bir alâmet/gösterge görseler hemen mesafeleniveriyorlar ve “Devam edip giden bir büyüdür” diyorlar.
3-5Kur’ân'da kendilerine verilen her emir, “kararlaştırılmış, en üstün seviyede yeterli, haksızlık ve kargaşayı engellemek için konulmuş bir kanun, düstur ve ilke” olduğu hâlde onlar yalanladılar ve tutkularına uydular. Şüphesiz onlara vazgeçirecek haberler de gelmişti. Buna rağmen uyarılar yarar sağlamıyor.




1O saat/kıyâmetin kopuş anı yaklaştırıldı. Ve her şey açığa çıkarıldı.
2Onlar ise bir alâmet/gösterge görseler hemen mesafeleniveriyorlar ve “Devam edip giden bir büyüdür” diyorlar.


1-2.ayetin lafzi manaları, "O saat yaklaştı. Ve ay yarıldı/ay yarılacak/ay doğdu [her şey açığa çıkarıldı]. Ve onlar bir âyet görseler hemen yüz çeviriyorlar ve "Devam edip giden bir büyüdür" diyorlar." şeklindedir. Biz mealde mecazi anlamlarını gösterdik.

O saat yaklaştı. Ve ay yarıldı ifadesi, rivâyet toz-dumanı içinde kalmış olan dirâyetsiz açıklayıcılar tarafından, Kur’ân âyetlerinden (dolayısıyla Rabbimizden) onay almayan bir takım kabullere dayandırılarak açıklanmış, böylece bugüne kadar doğru anlaşılamamıştır.

RİVÂYETLERE GÖRE OLAY:

Rivâyetler, hicret'ten beş sene evvel Mekke'de bir akşam vakti dolunay hâlindeki ay'ın ikiye bölündüğünü, parçalardan birinin dağın üstünde, diğerinin de dağın önünde bir müddet durduğunu, sonra iki parçanın birleştiğini ve ay'ın tekrar eski hâline döndüğünü bildirmektedirler. Olayın özeti böyle olmakla birlikte bazı rivâyetçiler uydurmacılıkta bir hayli ileri gitmişler ve olayı akıl almaz ayrıntılarla süslemişlerdir. Meselâ, Peygamberimizin bir parmağını ay'a doğru uzattığını ve ay'ın ikiye bölündüğünü, parçalardan birinin Peygamberimizin abasının yakasından girip kolundan çıktığını ileri süren rivâyetler vardır. Maalesef dinî eser kabul edilen kitaplar aracılığı ile Müslümanların arasına sokulan bu uydurmalar sadece bu noktalarda da kalmamış, Esma binti Amis rivâyeti ile Hayber'de ikindi namazını geçiren Ali'nin, namazını vaktinde kılabilmesi için batmış olan Güneş'in geri geldiğini ileri sürecek kadar ileri bir noktaya ulaşmıştır. (Güneş'in geri gelme rivâyeti inşaallah Sad/33’ün tahlilinde incelenecektir.) Ancak biz, bu konudaki rivâyetlerin uydurma olduklarını göstermek için, avcı hikâyelerine taş çıkartacak kadar uydurma olanlarına değil de, en muteber kabul edilen Sahih-i Buharî'ye bakmayı yeterli görmekteyiz. Buharî, bu olayla ilgili rivâyetlere, kitabının "Tefsir", "Peygamber'in Alâmetleri", "Menkıbeler" ve "Ensârın Menkıbeleri" bölümlerinde tekrar tekrar yer vermiştir. Bizim aldığımız örnekler Tefsir Kitabı bölümündedir:

İbn-i Mes‘ûd (r.a) şöyle demiştir: "Resûlullah (a.s) zamanında ay iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın üstünde, bir parçası da önünde idi. Bunun üzerine Resûlullah (a.s), "Şâhit olunuz!" buyurdu. [Buharî, "Tefsir Kitabı", no: 385.]

Abdullah b. Mes‘ûd (r.a) şöyle demiştir: "Biz Peygamber'in beraberinde idik. Ay iki parça oldu. Bunun üzerine Peygamber bize, "Şâhit olunuz, şâhit olunuz!" buyurdu. [Buharî, "Tefsir Kitabı", no: 386.]

İbn-i Abbâs (r.a), "Peygamber zamanında ay yarıldı" demiştir. [Buharî, "Tefsir Kitabı", no: 387.]

Bize Şeyban, Katâde'den tahdis etti ki, Enes b. Mâlik (r.a), "Mekke ahâlisi Peygamber'den kendilerine bir mucize göstermesini istediler. Peygamber de onlara ay'ın yarılmasını gösterdi" demiştir. [Buharî, "Tefsir Kitabı", no: 388.]

Buradaki senette de Enes (r.a), "Ay iki parçaya ayrıldı" demiştir. [Buharî, "Tefsir Kitabı", no: 389.]

Gerek yukarıda naklettiğimiz, gerekse diğer hadis kitaplarındaki rivâyetler, olayın İbn-i Mes‘ûd, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Ömer, Cübeyr b. Mut‘im, Abdullah b. Abbâs ve Ali tarafından anlatıldığını bildirmektedir. Fakat olayın vukû bulduğu tarihte [hicret'ten beş şene önce], bu kişilerden Abdullah b. Ömer altı-yedi yaşlarında idi, Enes b. Mâlik ve Abdullah b. Abbâs ise henüz doğmamışlardı. O yıllarda Ali'nin de çocuk yaşta olduğu hatırlanacak olursa, sadece İbn-i Mes‘ûd'un reşit yaşta olarak olayı görmesi mümkündür. Yani, İbn-i Mes‘ûd bir tarafa bırakılacak olursa, böyle ciddî bir konu bizlere o tarihte anasından doğmamış veya beş-altı yaşlarında olan çocukların anlatımları ile aktarılmış olmaktadır. Üstelik biz biliyoruz ki, Peygamberimize Kur’ân dışında bir mucize verilmemiştir. Zaten, eğer kendisine böyle bir mucize verilseydi, Peygamberimizin tüm Mekkelileri çağırıp mucizesini herkese göstermesi gerekirdi. Çünkü verilen mucizenin gereği ancak böyle yerine getirilebilirdi. Gece gündüz Peygamberimizin yanından hiç ayrılmamış olan yetişkin, aklı başında sahabeden hiç birinin adı ile bu konuda bir nakil mevcut değildir.

Diğer taraftan, tarih kitaplarında da, ay'ın ikiye ayrıldığını görüp de İslâm'a giren ya da gördüğü hâlde inanmayan hiçbir akıllı kimsenin adı geçmemektedir. Kaldı ki, böyle bir olay meydana gelseydi, dünyanın her tarafından izlenmesi gerekirdi ve bu konuda başka görgü tanıkları da olurdu.

Esasen, yukarıdaki gibi bir kaç kişinin verdiği haberlere dayanan ve Usûl ilminde "haber-i vâhid" ve "haber-i meşhur" denilen haberler, imana ait konularda ve haram-helâl konularında delil olarak kullanılamazlar. Yani, sağlam delillere dayanması gereken inanç, "haber-i mütevâtir" olmayan haberlerle oluşturulamaz.

Sonuç olarak, bu yanlış inancın hadis kaynağı çürük ve temelsizdir. Aslında biz, yukarıda adı geçen kişilerin böyle bir açıklama yaptıklarını da kabul etmiyor, olayların sonradan uydurulup onlara isnat edildiğini düşünüyoruz. Bu uydurmalara burada yer vermemizin sebebi ise tamamen teşhire yöneliktir.

KUR’ÂN'A GÖRE OLAY

Yukarıdaki rivâyetlere göre olay, Mekke halkının mucize görmek istemesi üzerine gerçekleşmiştir. Ne var ki, ay'ın ikiye bölünmesi olayının müşriklerin mucize isteklerine verilmiş bir cevap olduğunu söylemek, Kur’ân âyetlerinin apaçık anlamlarına ters düşmektedir. Diğer taraftan Peygamberimizin böyle bir mucize gerçekleştirdiğini söylemek, Allah'ın son peygamberi için belirlediği görevin "sadece tebliğ" olduğunu bildiren âyetlerle çelişmektedir. Yani, rahmeti gereği Rabbimizin somut mucize vermek istemediğini bildiren Kur’ân âyetleri, bu iddianın apaçık bir yalan olduğunu âdeta iftiracıların suratlarına vurmaktadır:

59Ve Bizi, alâmetleri/göstergeleri göndermekten ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları alıkoydu. Ve Semûd'a, açık, gözle görülebilir biçimde sosyal destek kurumları kurmaları görevini vermiştik de onun sebep olmasıyla haksız davranmışlardı. Ve Biz, o alâmetleri/göstergeleri ancak korkutmak için göndeririz. [İsrâ/59]

5Aksine onlar: "Bunlar, karmakarışık düşlerdir; yok yok onu kendisi uydurdu; yok yok o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir alâmet/gösterge getirsin" dediler.
6Onlardan önce yok ettiğimiz hiçbir memleket iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman edecekler? [Enbiyâ/5-6]

Yukarıdaki âyetlerden anlaşıldığına göre eski toplumlar kendilerine gösterilen somut mucizelere rağmen yalanlamaya devam etmişler ve bu yüzden helâk edilmişlerdir. Rabbimiz insanların geçmişte ortaya koydukları bu tutumlarını tekrarlayacaklarını bildiğinden, her meydan okuyuşa somut bir mucize ile cevap vermek istemediğini bildirmektedir. Böylece inanmayanlara bu dünyadaki hayatlarının sonuna kadar tevbe ederek inanma fırsatı da verilmiş olmaktadır. Zaten Peygamberimizin de Allah'ın bu bildirisine rağmen müşriklerin ısrarlı taleplerine karşı onlara bir mucize gösterme arzusu içinde olması mümkün değildir:

38Andolsun ki Biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onlara da eşler ve nesil [oğlan-kız çocuklar] verdik. Hiç bir peygamber için Allah'ın izni/bilgisi olmadan herhangi bir alâmet/gösterge getirmek de yoktur. Her süre sonu için bir yazı vardır. [Ra‘d/38]

50Ve onlar, "Ona Rabbinden alâmetler/göstergeler indirilmeli değil miydi?" dediler. De ki: "Alâmetler/göstergeler ancak Allah'ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım." [Ankebût/50]

Israrla somut mucizeler isteyen müşriklerin bu istekleri abartılı, abartılı olduğu kadar da samimiyetten uzaktır:

90-93Ve "Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız" dediler. Sen de ki: "Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!" [İsrâ/90-93]

Müşriklerin kendisinden somut bir mucize göstermesine yönelik ısrarlı ve abartılı taleplerine karşılık, mucize göstermenin Allah'ın kendisine belirlediği görev sınırları dışında kaldığını bilen Peygamberimizin onlara bir mucize göstermesi mümkün değildir. O, Allah'ın talimatları doğrultusunda, bu ısrarlı taleplere, mucizelerin sadece Allah katında olduğunu, kendisinin de sadece beşer [insan kökenli] bir Allah elçisi olduğunu belirterek cevap vermek zorundaydı. Sonuçta müşriklerin bu yöndeki ısrarlı ve abartılı talepleri bizzat Rabbimiz tarafından Kur’ân'ın tek ve yeterli bir mucize olduğunun bildirilmesi sûretiyle cevaplandırılmıştır:

51Kendilerine okunan Kitab'ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır. [Ankebût/51]

Rabbimizin Peygamberimize verdiği mucize, müşriklerin bekledikleri türden bir mucize değil, mucizelerin en büyüğü idi. Bu büyük mucize ne insanı hayretler içinde bırakan bir görüntü, ne de tanık olanların akıllarını sarsan bir olay şeklindeydi. İşittikleri, anladıkları, gönülleri kuşatan, idrakleri sarsan, hikmet dolu sözler şeklindeydi. Kur’ân adlı bu ilâhî sözler, kıyâmete kadar herkesi acz içinde bırakan ebedî bir mucizeydi.

Bunca Kur’ân âyetine rağmen bazı Müslümanlar, uydurulmuş rivâyetlerin karanlığında yürüyerek meseleye hâlâ, "Allah isterse neden olmasın?" yaklaşımıyla bakmakta ve birçok asılsız olaya sanki gerçekten olmuş gibi inanmaya devam etmektedirler. Bilinmelidir ki, burada söz konusu edilen husus Allah'ın böyle bir olaya [ay'ın yarılmasına] güç yetirip yetiremeyeceği değildir. Çünkü Allah'ın her şeye kâdir olduğunda hiç şüphe yoktur. Asıl mesele, böyle bir olayın gerçekten olup olmadığı ve bu olayın Kur’ân'dan ve akıldan onay alıp almadığıdır. İnananların yapacakları şey, her konuda olduğu gibi bu konuda da sadece Rabbimizin mesajlarını dikkate almaktır. Aksi takdirde, Allah'ın sonsuz kudretini dile getirme hevesine kapılan koyu câhillerin ya da dindar kalabalıklar üzerinden ikbal ve itibar devşirmek isteyen kötü niyetlilerin çeşit çeşit mucizeler uydurmasının yolu açılmış olur. Peygamberimize türlü mucizeler yakıştırmanın giderek varacağı nokta ise, Katolik inancındaki azîzlik kurumuna benzeyen bir "evliyâlık" makamının ortaya çıkması ve bu makama ulaştığına inanılan "velî" [Allah dostu] kimselere de Katolik azîzlerine isnat edilenlerden aşağı kalmayacak sayıda kerâmetin yakıştırılması noktasıdır. Nitekim bu süreç İslam tarihi boyunca birebir yaşanmış ve evliyâ menkıbelerinin gönüllere verdiği tatlı esriklik yüzünden câhil halk yığınları hayatın gerçekliğinden yüzyıllarca kopuk yaşamak zorunda kalmıştır.

Sonuç olarak, Ay'ın yarılması rivâyeti, Kur’ân açısından da çürük ve temelsiz olup sadece Peygamberimize "sihirbaz" diyenlerin kullanacağı bir malzemedir.

Rivâyetlerde konunun nasıl çarpıtıldığını gördükten sonra 1-2. âyetlerin tahliline dönebiliriz:

Kamer sûresi, Târık sûresi'nin devamı mâhiyetindedir. Kur’ân'ın mushaf hâline getirilişi sırasında ayrı sûreler olarak adlandırılarak aralarına duvar örülmüş olsa da, âyetlerdeki konular ve bağlaçlar bu duvarları aşmaktadır. Meselâ 2. âyetin başındaki vav bağlacı, Târık/15'deki yekîdûne fiiline matuftur. Aradaki parantez içi ifadeler kaldırıldığında cümle şu şekilde olmaktadır: Şüphesiz onlar oldukça tuzak kuruyorlar –.................– ve bir âyet görseler hemen yüz çeviriyorlar ve "Devam edip giden bir büyüdür" diyorlar.

Bu durumda 2. âyetteki onlar zamiri ile kasdedilenlerin, Târık/15'deki onlar zamiri ile kasdedilenlerle aynı olduğu anlaşılmaktadır. Bu kimseler, Beled/19'da ashâb-ı meş’eme olarak nitelenen kimselerdir.

O saat yaklaştı

Burada yaklaştığı bildirilen السّاعة [sâ‘at], "kıyâmet saati"dir. O saat, "kıyâmetin koptuğu, herkesin öldüğü kıyâmet gününün birinci evresi"dir. Sâ‘at sözcüğü, Kur’ân'da hep bu anlamda kullanılmıştır.

Ve ay yarıldı.

Rabbimizin mesajının doğru anlaşılması ve rivâyetlerde olduğu gibi hurafelere sapılmaması için bu cümle üzerinde önemle durulması gerekmektedir:

İNŞİKÂK [YARILMA]: انشقاق [inşikâk] sözcüğü, شقّ [şakk] sözcüğünün infial babına nakledilmiş şeklidir ve mutavaat [etkilenerek uyma] anlamı içerir. Yani, inşikâk sözcüğü ile ifade edilen yarılma, maruz kalınan "yarma" etkisine direnç göstermeden, karşı konmadan, uyum sağlayarak meydana gelen yarılmadır. Bu sebeple önce şakk sözcüğü tahlil edilmelidir:

Şakk sözcüğü, soğuk veya herhangi bir nedenle "elde veya yüzde oluşan çatlaklar" için kullanılan شقاق [şikâk] sözcüğünden gelmektedir. Araplar hayvanların tırnaklarında ve bileklerindeki çatlamaya [hastalığa] şikâk derlerdi. Daha sonraları da ciltte her türlü çatlak oluşturan hastalığa şikâk demişlerdir. شقاق [şikâk] mecâzî olarak da "ayrılıkçı, tefrika çıkaran, normal düzeni bozan" anlamlarında kullanılır.

Şakk ise, "sad-ı bain" [ayırıcı çatlak] demektir. Otun topraktan çıkışı, çocuğun dişinin çıkışı, şakk sözcüğüyle ifade edilir. Şakk, aynı zamanda طلوع [tulû‘=doğuş] anlamındadır. Sabahın oluşuna da شقّ الصّبح [şakk-ı subh] denir. Çünkü sabah da karanlıkları çatlatmakta, gündüz ile geceyi ayırmaktadır. [Lisânü'l-Arab; c. 5, s. 107.]

Râgıb el İsfehânî ise sözcüğü şöyle açıklamıştır:

Şakk, "herhangi bir şeyde meydana gelmiş çatlak"tır. Denilmiştir ki: "Ay'ın inşikâkı, Peygamber zamanındadır." Ve yine denilmiştir ki: "Ay'ın inşikâkı, "kıyâmetin kopacağı vakit ortaya çıkacak yarılma"dır." Ve yine denilmiştir ki: "Bunun manası, ‘işin açığa çıkması’dır." [Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât; s. 264, "Şakk" mad.]

Yukarıda verilen her iki sözlükteki bilgilere göre, şakk sözcüğü, bir elmayı böler gibi bir şeyin ikiye, üçe bölünerek ayrılması anlamına değil, bir şeyin üzerinde yarıkların, çatlakların oluşması anlamına gelmektedir. Nitekim Bakara/74, Meryem/90, Rahmân/37, Hâkka/16, Abese/26 ve İnşikâk/1'de de şakk sözcüğü, "bir şeyin üzerinde veya bünyesinde oluşan yarılmaları, çatlamalar"ı ifade etmek için kullanılmıştır.

Şakk sözcüğünün bu anlamına göre, Ay yarıldı ifadesi, "ay üzerinde bir takım yarılmalar, çatlamalar olduğu" anlamına gelir ki, ay'a gidildiği dönemde [1969], orada ayak izlerinin oluşması ve ay yüzeyinden parça koparılması sebebiyle, bu âyetin gerçekleşmiş olduğu ileri sürülmüştür.

Sözlüklerde şakk sözcüğünün karşılığı olarak verilen anlamlara rağmen, Ay yarıldı ifadesinin, "ay'ın iki parçaya ayrıldığı" anlamına geldiğini ileri süren bazı kimseler, sadece yukarıda naklettiğimiz zayıf ve uydurma hadislerden destek alan bu görüşlerine, âyetteki fiilin geçmiş zaman kipi ile kullanılmasını delil göstermişlerdir. Gerçekten de Rabbimiz, âhiret ve kıyâmet sahnelerini anlatırken âyetlerdeki fiilleri geçmiş zaman kipinde kullanmaktadır. Böylece kıyâmet ve âhiretin mutlaka gerçekleşeceği vurgulanmış olmaktadır. Bu ifade tarzı bazan günlük hayatta da kullanılmaktadır. Meselâ, yapmaya kesin kararlı olduğumuz bir iş için, daha o işe başlamadan "o iş bitti" veya "yaptım bile" şeklinde konuşuruz. Bu sözlerle o işi "kesinlikle yapacağımızı" ifade etmiş oluruz. Rabbimizin kıyâmet ve âhiretin mutlaka gerçekleşeceğini vurgulamak için geçmiş zaman kipli fiiller kullanması da böyledir. Nitekim kıyâmet sahnelerinden olacak olan "Sura üfürülme" de sanki olmuş bitmiş gibi geçmiş zaman kipiyle verilmiştir. Kehf/99, Mü’minun/101, Yâ- Sîn/51, Zümer/68, Kâf/20 ve Hakka/13’te görülebilir.

Bu ifade tarzının Kur’ân'da daha birçok örneği vardır:

1Allah'ın emri kesinlikle gelecek. Artık onu acele edip istemeyiniz. Allah, onların ortak koştukları şeylerden arınıktır ve yücedir. [Nahl/1]

Ayrıca; Rahmân/37, Hâkka/14-16, İnşikâk/1-5, İnfitar/1-4, Tekvîr/1-14, A‘râf/38-50, Zümer/68-74'e de bakılabilir.

Bu yaklaşımla konumuz olan âyetin anlamı, "Kıyâmet yaklaştığında ay mutlaka yarılacaktır" demek olur. Hasan-ı Basrî, Ebu's-Suud, Osman b. Atâ, Nesefî gibi bilginler ve tüm çağdaş bilginler de bu anlamı tercih etmişlerdir.

"ŞAKK" SÖZCÜĞÜNÜN "TULÛ‘"[DOĞUŞ] ANLAMINDA OLUŞU: Sözcüğün bu anlamı dikkate alındığında, Ay yarıldı ifadesinden, "ay'ın doğup ortaya çıktığı ve karanlığı çatlattığı" manası ortaya çıkmaktadır. Şems sûresi'nin tahlilinde, Güneş'i takip eden ay ifadesinin, "Kur’ân'ı izleyen Peygamber" anlamına geldiği yönünde bir tesbitte bulunmuştuk. Bu tesbit doğrultusunda, aynı anlam buraya taşınarak, Ay yarıldı ifadesinden, "Peygamber'in gönderildiği ve açığa çıktığı, o'nunla da iyi ile kötünün, iman ile küfrün, hidâyet ile dalâletin açıklığa kavuşturulduğu" anlaşılabilir. Şöyle de ifade edilebilir: Ay'ın yarılması, ay doğduğu esnada karanlığın yarılmasıdır. Bu deyim [şakku'l-kamer], "durum aydınlandı, ortaya çıktı" anlamında kullanılır. Nitekim Araplar, bazı açık ve belirgin durumları ifade etmek için atasözlerinde "ay" sözcüğünü kullanmaktadırlar.

Mutavaat anlamı taşıyan انشقّت [inşekkat] sözcüğüne bu mecâzî anlam doğrultusunda bakıldığında, sûrenin 1-2. âyetleri şu anlama gelmektedir:

Saat [Kıyâmet] yaklaştı. Ve her şey Allah tarafından açıklığa kavuşturuldu. Ve onlar bir âyet görseler hemen yüz çeviriyorlar ve "Devam edip giden bir büyüdür" diyorlar.

Yani, saat yaklaşıp ay yarıldığı, her şey açıklığa kavuşturulduğu hâlde, gördükleri mucizelerden yüz çeviriyorlar. Olacak olmadan, başlarına belâ gelmeden akıllanmıyorlar. Âkıbeti düşünmüyorlar. Gördükleri âyetlerden ibret alacakları yerde "süregelen bir sihirdir" diyerek yüz çeviriyorlar.

Buradaki اية [âyet] sözcüğü, "hayret verici alâmet, olağanüstü durum, mucize" anlamına gelmektedir. Kural olarak, bir şart cümlesinde yer alan nekre [belirtisiz] kelimeler, olumsuz cümlelerdeki nekre kelimeler gibi, soyut veya somut herhangi bir varlığın tüm cinsini ifade eden cins ismi mâhiyetindedirler. Bu kural gereği, buradaki âyet sözcüğü, herhangi bir mucize anlamında olup her türlü mucizeyi de içine almaktadır.

Bu durumda, Öteden beri süregelen bir sihirdir diyen müşriklerin, gördükleri hiçbir âyeti, hiçbir delili, hiçbir mucizeyi dikkate almadıkları vurgulanmış olmaktadır. Kur’ân'dan başka bir mucize görmedikleri için, müşriklerin gördüğü ve dikkate almadıkları ifade edilen âyetler/mucizeler, Kur’ân âyetleridir. Hatırlanacak olursa, müşriklerin bu tavrı daha evvel Müddessir sûresi'nde de konu edilmişti:

18-25Şüphesiz o, düşündü ve ölçü koydu. –Artık o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu! Yine o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu!– Sonra baktı. Sonra yüzünü buruşturdu, kaşlarını çattı. Sonra, arkasını döndü ve böbürlendi de: "Bu, söylenti hâlinde gelen bir büyüden başka bir şey değil. Bu, beşer sözünden başka bir şey değil" dedi. [Müddessir/24]

Burada "süregelen" olarak çevirdiğimiz sözcüğün orijinali مستمرّ [müstemir] olup bu sözcük birden çok anlama gelmektedir. Bu anlamları şöyle sıralayabiliriz:

* "Devam eden" anlamına gelir ki, zaten gelen vahiyler ve yapılan tebliğler kesintisizdir, süreklidir, devam etmektedir.

* المرّة [el-mirretu] sözcüğünden türemiş olup "güçlü" manasına gelir.

* المرارة [el-mirâretu] kökünden türemiş olup "öd kesesi" manasına gelir. Buna göre ifade, "Bu, acı, tadı bozuk bir sihirdir" manasında olur.

* "Geçici, geçip giden, zeval bulan" anlamındadır. Sözcük bu anlamla değerlendirildiğinde ise sihrin geçiciliği, sürekli olmadığı vurgulanmış olur.

Biz, "sürekli, devam eden, süregelen" anlamının en uygun anlam olduğu kanısındayız. Çünkü müşriklerin "büyü" olarak niteledikleri âyetler süreklidir, kesintisizdir. Müşrikler kendilerine tebliğ edilen âyetlerin özünü araştırmaya yanaşmamakta ve bu âyetlerin anlamlarına sırtlarını dönmektedirler. Bir delile ve kanıta dayanmadan sırf keyfî arzularına uyarak, gördükleri âyetleri ve bu âyetlerle ortaya konan gerçekleri hiç irdelemeden, düşünmeden yalanlamaktadırlar.

Doğru anlayabilmek maksadıyla sûrenin başından beri üzerinde çalışma yaptığımız ilk iki âyetteki kısa ve öz mesaj, Rabbimiz tarafından Enbiyâ sûresi'nde detaylandırılmıştır:

1İnsanlar için hesapları yaklaştı. Onlar ise aldırmazlık içinde, mesafeli duran kimselerdir.
2,3Rablerinden kendilerine gelen her yeni öğüdü/hatırlatmayı ancak oyun yaparak ve kalpleri eğlenerek dinlerler. Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler, aralarında şu fısıltıyı gizlediler: "Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi gidiyorsunuz?"
4De ki: "Benim Rabbim gökte ve yerde her sözü bilir. Ve O, en iyi işiten, en iyi bilendir."
5Aksine onlar: "Bunlar, karmakarışık düşlerdir; yok yok onu kendisi uydurdu; yok yok o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir alâmet/gösterge getirsin" dediler.
6Onlardan önce yok ettiğimiz hiçbir memleket iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman edecekler?
7Ve Biz, senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz olgun kimseleri gönderdik/elçi yaptık.
Haydi, siz bilmiyorsanız Öğüt/Kitap Ehli olanlara/vahiy bilgisi olanlara soruverin.
8Ve Biz o elçileri yemek yemez birer ceset yapmadık. Onlar sürekli kalıcılar/ölümsüz de değillerdi.
9Sonra Biz onlara, verdiğimiz o sözü yerine getirdik. Böylece onları ve dilediğimiz kimseleri kurtardık. Aşırı gidenleri de değişime/yıkıma uğrattık.
10Hiç kuşkusuz Biz size, öğüdünüz/şan şerefiniz içinde olan bir kitap indirdik. Buna rağmen hâlâ akıllanmayacak mısınız?
11Biz, şirk koşmak sûretiyle yanlış; kendi zararlarına iş yapan nice kentleri de kırıp geçirdik. Onlardan sonra da başka toplumları var ettik.
12Öyle ki onlar azabımızın şiddetini hissettikleri zaman ondan hızla uzaklaşıp kaçıyorlardı. –13Hızla uzaklaşıp kaçmayın, sorgulanmanız için, içinde şımarıp azdığınız şeylere ve evlerinize dönün.–
14Onlar: "Yazıklar olsun bizlere! Şüphesiz biz gerçekten yanlış davrananlar; kendi zararlarına iş yapanlar imişiz" dediler.
15İşte onların bu çağrıları, onları biçilmiş bir ekin ve sönmüş ocak/kül hâline getirinceye kadar son bulmadı. [Enbiyâ/1-15]



3-5Kur’ân'da kendilerine verilen her emir, “kararlaştırılmış, en üstün seviyede yeterli, haksızlık ve kargaşayı engellemek için konulmuş bir kanun, düstur ve ilke” olduğu hâlde onlar yalanladılar ve tutkularına uydular. Şüphesiz onlara vazgeçirecek haberler de gelmişti. Buna rağmen uyarılar yarar sağlamıyor.


Bu âyet grubunda ilk olarak Müslümanlar arasında yanlış anlamda kullanılan حكمة [hikmet] sözcüğü üzerinde durmak gerekmektedir. Kur’ân'da ilk kez bu sûrede geçen ve bizim de "zulüm ve fesadı [kargaşayı] önleyen ilke" olarak çevirdiğimiz hikmet sözcüğü, âyette بالغة [bâliğa] sıfatıyla birlikte yer almıştır. Buna göre, âyetteki حكمة بالغة [hikmet-i bâliğa] tamlaması, "en üstün seviyede, yeterli olacak şekilde, zulüm ve fesadı engelleyen ilke" anlamına gelir.

"HİKMET" SÖZCÜĞÜNÜN GERÇEK ANLAMI: حكمة [hikmet]in ne olduğunu anlamak için sözcüğün lügat anlamını bilmek yeterlidir.

Hikmet sözcüğü, حكم [hukm] sözcüğünün bir türevi olup "bina-i nev'i, ism-i nev'i" kalıbındadır. Kullanıldığı fiilin bütün anlamlarını temsil eden bir isim niteliğindeki bu kalıptan birçok sözcük türetilmiştir. Bu sözcüklerden birçoğu Arapça'daki anlamlarıyla Türkçe'ye de geçmiştir. Türkçe'de yaygın olarak kullanılmakta olan bu kalıptaki sözcüklerden bir kısmı şunlardır: Bid‘at, cinnet, fikret, fitne, firkat, gıybet, hizmet, hicret, illet, iffet, kıymet, kısmet, kisve, minnet, mihnet, nimet, rif‘at, ric‘at, sirkat, şirket, şiddet, zînet.

Hikmet de aynı kalıptan geldiği gibi, hikmet'in türetildiği hukm sözcüğünün türevleri olan hâkim, hakem, hâkimiyet, hükûmet, muhkem, tahkim, muhâkeme, mahkeme, ihkam ve tahakküm gibi birçok sözcük de Türkçe'ye geçmiş ve Türkçe'leşmiş olarak kullanılmaktadır.

Hukm sözcüğüne, sözcük ve terim anlamı olarak bugün elimizdeki Arapça sözlüklerde verilen karşılıklar şunlardır: "Hükmetmek, yargılamak"; "işi sağlama almak, sağlamlaştırmak"; "yüzün ön kısmı, alın"; "şan, şeref"; "çağırmak, mahkemeleşmek"; "hakemlik etmek, tecrübeli uzman"; "hikmet sahibi olmak, hakîm olmak."

Allame İbn-i Manzur'un Lisânü'l-Arab adlı eserinde حكم [hakeme] sözcüğünün esas anlamının منع [mene‘a=engel oldu] demek olduğu belirtilmektedir. Bu durumda hakeme sözcüğünün mastarı olan hukm sözcüğü de "engel olmak" anlamına gelmektedir. Araplar bu sözcüğü, "insan veya hayvana mani olmak, onu kontrol altına almak" anlamında kullanmışlardır. Sözcüğün İslâm öncesi Arap şiirinde bu anlamda kullanıldığını gösteren yüzlerce örnek vardır. Ayrıca hayvanların kontrolünü sağlayan "gem" denilen alete de Araplarca حكمة [hakeme] denmiştir. [Lisânü'l-Arab; c. 2 s. 539-543, "Hukm" mad.]

Kur’ân döneminde ise, sözcüğün anlamı biraz daha özelleşerek, "zulme ve fesada engel olmak" anlamında kullanılmıştır. Hakeme sözcüğünden türetilen sözcükler de o dönemde özelleşmiş olan bu anlama uygun olarak kullanılmıştır. Bu sözcüklerden bir kaçı ve kullanıldıkları anlamlar şöyledir:

* Hâkim: Zulme ve fesada engel olan kişi.

* Mahkeme: Zulme ve fesada engel olunan yer.

* İhkam: Zulme ve fesada engel oldurma.

* Muhkem: Zulme ve fesada engel edilmiş şey.

Sözcüğün Kur’ân'ın indiği dönemde bu özelleşmiş anlam içeriğiyle kullanıldığına dair Peygamberimize isnat edilmiş meşhur bir hadis bile bulunmaktadır: حكّم اليتيم كما تحكّم ولدك [hakkimu'l-yetîme kemâ tühakkimu veledeke=kendi çocuğunu engellediğin gibi yetimi de engelle!], yani "Kendi çocuğunun zulmüne, fesadına, kötü yetişmesine mani olduğun gibi yetime de mani ol ki, o da iyi yetişsin, kötü birisi olmasın."

حكم [hukm] mastarının tüm türevleri bu anlam ile uyumludur. Sarf ilmi'nin kurallarına göre bu sözcükten birçok farklı sözcük daha türetmek mümkündür. Nitekim hukm mastarının farklı türevleri Kur’ân'da 210 yerde geçmekte ve dikkatle incelendiği takdirde hepsinin de "zulme ve fesada mani olma, engelleme" anlamında kullanıldığı açıkça görülmektedir.

Hukm mastarından türemiş olan حكمة [hikmet] sözcüğü, girmiş olduğu ism-i nevi kalıbından dolayı, "zulme ve fesada engel olma"nın adı olmak durumundadır. Bu duruma göre hikmet'e verilmesi gereken en uygun anlam, "zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş olan kanun, düstur ve ilke" olmaktadır.

Hikmet sözcüğü, hepsi de doğal sözcük anlamıyla kullanılmış olarak Kur’ân'da 19 âyette 20 kez geçmektedir. Sözcük Kur’ân'da ilk defa, 37. sırada Mekke'de inen Kamer sûresi'nde yer almış ve bu âyetten sonraki âyetlerde geçen hikmet sözcükleri yine Kur’an tarafından ayrıntılı olarak açıklanmıştır.

Söz konusu âyeti, hikmet sözcüğünün bu anlamı ışığı altında değerlendirdiğimizde, vahiyle topluma gelen "kararlaştırılmış, zulüm ve fesadı engelleyen üst seviyede ilkeler ve bunlardan vaz geçirecek haberler"e rağmen, inançsızların keyif, tutku ve heveslerine uyarak ömürlerini fısk ve fücûrla geçirmeyi tercih ettikleri anlaşılmaktadır. İnançsızların bu tavırları daha önce Kıyâmet sûresi'nde de söz konusu edilmişti:

5Aslında o insan, önünü; kalan ömrünü din-iman tanımayıp kötülüğe batmakla geçirmek istiyor: [Kıyâmet/5]

ENBA’ [ÖNEMLİ HABERLER]: أنباء [enba’], "önemli, mühim haberler" demektir. Nitekim Neml/22, Hucurât/6 ve Âl-i İmrân/44'de detaylı olarak görülebileceği gibi, نبأ [nebe’] ve انباء [enba’] sözcükleri Kur’ân'da ancak ağırlığı ve önemi olan şeyler için kullanılmıştır. Yukarıdaki pasajda işaret edilen önemli haberler, Kur’ân'daki geçmiş toplumlara ait kıssalar ve ahırette kafirlerin başlarına gelecek azabın, müminlerin de alacağı ödüllerin haberleridir.

Bu açıklamalara göre 3-5. âyetlerin takdirini şu şekilde yapmak mümkündür: "Kendilerinden önce yaşamış ve ilâhî mesajı yalanlamış toplumların yok edilişlerinin ve yine Kur’ân'da tasvir edilen âhiret serüvenlerinin haberleri onlara geldi. Bütün bu haberler, yanlış yolda olanların tutumlarını değiştirmelerini sağlayacak nitelikte uyarıcılardı. Yine bu emirler, onları zulüm ve fesattan en üst düzeyde engelleyecek yasalar ve ilkelerdi. Ama buna rağmen uyarılar onlara fayda vermiyor."*



80 Âyetteki sözcüklerin “hakikat” anlamları, Ay yarıldı/ay yarılacak şeklindedir. Biz mecâz anlamını gösterdik.




*İşte Kuran, Kamer Suresi




Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim