• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

39Araf Suresi 158





Hatalı Çevrilen Ayetler


Araf Suresi 158





Hatalı Çeviri:
158. De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah'a ve ümmî Peygamber olan Resûlüne -ki o, Allah'a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve O'na uyun ki doğru yolu bulasınız.





Doğru Çeviri:
158.De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah’ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde kılavuzlandığınız doğru yolu bulmanız için Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden, Ümmî; Anakentli; Mekkeli Peygamber olan Elçisi’ne iman edin ve o’na uyun.”

Bu paragrafın Musa peygamber kıssaları ile alâkası yoktur. Bu ayetlerin Musa peygamberin kıssaları içinde yer alması, sahabenin bu ayetlerdeki mesajı kıssaların arasına bir “parantez içi mesaj” olarak koyduklarını düşündürmektedir. Dolayısıyla, kıssalardan oluşan pasaj okunurken bu hususa dikkat edilmelidir.

ÜMMÎ: Anlamı yanlış bilinen sözcüklerin en önemlilerinden birisi de “ امّى ümmî” sözcüğüdür. Kur’an’da peygamberimiz için kullanılmış olan bu sözcüğe yanlış anlam verildiğinden dolayı hem dinimiz doğru anlaşılamamış, hem de peygamberimiz insanlara yanlış tanıtılmıştır.
“امّى  Ümmî” sözcüğü halk arasında “anasından doğduğu gibi bilgisiz, okuryazar olmayan” anlamında kabul edilmiş ve Müslüman toplumlarda da bu anlamıyla kullanılır olmuştur. Bu yanlış anlamdan dolayı da “anasından doğduğu gibi bilgisiz olmak” hep yerilmiştir.

Şair Eşref’in bir hicvi buna örnektir:
“Rahm-i maderden [ana rahminden] nasıl çıkmışsa hâlâ o hâldedir,
Gezmeden seyyah-ı âlem, bilmeden allâmedir”

“Ümmînin ümmîye imameti caizdir [Cahilin cahile imam olması sakıncasızdır]” deyiminde de yine “ümmi” sözcüğü aynı yanlış anlamda kabul edilmiş ve bir bakıma alay edilmesi gereken cehalet ile eşdeğer tutulmuştur.

Hâl böyle iken “امّى  ümmî” sıfatının peygamberimiz için “anasından doğduğu gibi bilgisiz” anlamında kullanılması son derece yanlış bir uygulamadır. Peygamberimizi övme niyeti ile söyleniyor olsa bile, zihinlerde peygamberimiz hakkında ümmi olmayla ilgili nahoş çağrışımlar yapmaktadır. “Ümmî” sözcüğünün bu nahoş çağrışımdan mutlaka kurtarılması gerekmektedir. Doğruları öğrenenler, manevi sorumlulukları gereği, bu doğruları insanlara da anlatmalıdırlar. Bu nedenle, “ümmî” sözcüğünün Allah’ın lütuf ve yardımı ile öğrendiğimiz doğru anlamını aşağıda okuyucuya sunuyoruz:

PEYGAMBERİMİZİN ÜMMÎLİĞİ
Bilindiği üzere, Müslümanların ekserisi tarafından peygamberimizin okuryazar olmadığına inanılmaktadır. Ne var ki, başkaları için kınanacak bir özellik sayılan ümmîlik, peygamberimiz için bir iftihar ve övgü sebebi kabul edilmektedir. Böylece bilerek veya bilmeyerek peygamberimize haksızlık yapılmakta, manevi şahsiyeti rencide edilmektedir.

Peygamberimizin “anasından doğduğu gibi bilgisiz” anlamında “ümmî” olduğu iddiası, konu ile hiç ilgisi bulunmayan Ankebut suresinin 48. ayeti ile ilk vahyi konu alan meşhur Hıra mağarası rivayetine dayandırılmaktadır:
48.Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; sen Kur’ân’ı kendiliğinden yazmıyorsun. Eğer böyle olsaydı, bâtıla inananlar kesinlikle kuşku duyacaklardı.(Ankebut/ 48)

Ümmîliği “anasından doğduğu gibi bilgisiz olma” olarak kabul edenler, bu ayeti yanlış yorumlayarak peygamberimizin Kitap okumayı ve yazmayı bilen biri olması durumunda onun bazı konuları Tevrat ve İncil’den öğrenip Kur’an’a yerleştirdiğinin zannedilerek peygamberliği hakkında şüphe uyanacağının bildirildiği şeklinde anlamışlardır.

Hâlbuki ayette peygamberimizin Ehl-i Kitap hahamları ve papazları gibi kitap okumak ve yazmakla meşgul olmadığı vurgulanmakta, bozulmuş halde Tevrat ve İncil’de de bulunan bazı konuların gerçeğinin Kur’an’da yer almasından dolayı, peygamberimizin kitap okumak ve yazmakla meşgul olması hâlinde onun peygamberliği hakkında şüphe uyanacağı bildirilmektedir.

Aslında bu ayet, iddiaların aksine peygamberimizin okuryazar olduğunun kanıtıdır. Çünkü okuma yazma bilmeyen birine “onu sağ elinle [kendin] de yazmıyorsun” ifadesinin kullanılması anlamsızdır. Yani, peygamberimiz okuma yazma biliyor olmalıydı ki, kendisine bu şekilde bir ifade yöneltilebilmiştir. Ayrıca, peygamberimizin okuma yazma bilmediğine kanıt gösterilen Hıra mağarası rivayetinin de uydurma olduğu ve orada geçen “ma ene bi kâriin” ifadesinin de “Ben okuma bilmiyorum” demek olmayıp “ ما انا بقارئ Ben okuyucu değilim” demek olduğu, Alak suresinin tahlilinde açıklanmıştır.

Diğer taraftan, peygamberimizin okuma yazma bilmediğine Hıra mağarası rivayetini kanıt gösteren rivayetçiler, onun okuryazar olduğunu, hatta yazısının pek iyi olmadığını ileri süren şu rivayeti ise görmezden gelmektedirler:
Kitabu’l-Megazi; 45. Bab:

45- Hudeybiye Andlaşması Hükmü İle Yapılan Umre Babı

Bunu Enes, Peygamber (S)’den zikretmiştir.

263- (Rivayet zinciri; el Berâ – Ubeydüllah b. Musa) … : “Peygamber (S)  Zilkade ayı içinde umre yapmak üzere yola çık­tı. Fakat Mekke halkı Peygamber’i Mekke’ye girmeye bırakma­larını kabul etmediler. Nihayet Peygamber Mekkeliler ile gelecek senede üç gün Mekke’de kalmak üzere, bir antlaşma yaptı. Antlaşma hükümlerini yazdıkları zaman, “Bu, Allah’ın Elçisi Muhammed’in üzerinde andlaşmış olduğu şeylerdir” yazmışlardı.

Onlar [Mekkeliler]:
“Biz bunu [senin elçiliğini] ikrar etmiyoruz. Eğer biz senin Allah’ın Elçisi olduğunu bilir ve tasdik eder olsaydık, seni hiçbir şeyden men etmezdik. Ama sen Abdullah oğlu Muhammed’sin”  dediler.

Bunun üzerine o [Rasûlullah]:

“Ben Allah ‘in Elçisiyim ve Abdullah oğlu Muhammed’im” dedi.
Sonra da Alî’ye:
“Allah’ın elçisini sil!” dedi. Alî:
“Hayır vallahi ben Seni ebediyyen silmem!” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah, sallallahü aleyhi ve selem, kitabı aldı. Rasûlullah kendisi yazı yazmayı güzel yapamıyordu. Akabinde “Bu, Abdullah oğlu Muhammed’in üzerinde antlaşma yaptığı şeylerin yazısıdır” diye yazdı:

- Mekke’ye silâh sokmayacak, yalnız kılıfı içinde kılıç getirecek;

- Mekkeliler’den bir kişi Muhammed’e tâbi olmak isterse, Mekke’den çıkamayacak. Muhammed’in sahâbîlerinden birisi Mekke’de kalmak isterse, bunun da Mekke’de ikameti men edilmeye­cektir.

Ertesi sene ……”[80]
Rivayetin bundan sonraki bölümleri ertesi sene Mekke’de cereyan eden olayları nakletmekte olup burada konu edilen antlaşma, adı açıkça geçmese de Hudeybiye Antlaşması’dır.

Bu rivayetin altını çizdiğimiz bölümünün orijinal metni aynen şöyledir:
فأخذ رسول اللّه صلى اللّه عليه و سلّم الكتاب و ليس يحسن يكتب فكتب هذا ما قاضى ….. ”
Rivayetin metnindeki “ كتب ketebe [yazdı]” fiili birçok çeviride “yaz(dır)dı” veyahut “yazdırdı” şeklinde yer almıştır. Ayrıca bu rivayetlere göre Siyer ve Tarih yazanlar da her nedense bu rivayetin bizim üzerinde durduğumuz bölümünü görmezden gelmişlerdir. Biz, bu kadar önemli bir konuda, kaynak olarak kabul ettikleri rivayetler arasında yer alan yukarıdaki rivayeti dikkate almayanların bir cinayet işlediklerini düşünüyor, bu cinayetin ne amaç güttüğünü ise kamu vicdanına havale ediyoruz.

Peygamberimizin “ümmî” olduğu, Kur’an tarafından bildirildiği için tartışmasızdır. Burada tartışılması gereken konu, peygamberimizin hangi anlamda ve nasıl bir “ümmî” olduğu, daha doğrusu “ümmî”liğin ne anlama geldiğidir. Bize göre meselelerin en doğru ve en kısa çözümleri ancak Kur’an’a müracaat edilerek bulunabilir. Bu nedenle, “ümmî” sözcüğüyle ilgili gerçeklerin de Kur’an ışığında ve akıl yoluyla gözler önüne serilmesi gerekmektedir.

“ÜMMΔ NE DEMEKTİR?
امّى  Ümmî” sözcüğü, “ana” anlamındaki “ امّ ümm” ile “nisbet [bağıntı] ‘yâ ى’sı”ndan oluşturulmuş bir sözcük olup “anaya mensup”, “analı” demektir. Çünkü sözcüklerin sonuna getirilen “yâ” bağlantı edatı, genellikle kişilerin hangi şehirli olduklarını ifade etmek için kullanılır. Meselâ; Konevî, Konyalı; Bağdadî, Bağdatlı; Halebî, Halepli; Rumî, Romalı demektir. Buna göre “ümmî” de adı “Ümm (Ana)” olan kent mensubu, Analı demektir. Ancak buradaki “Ana” özel isim olup cins isim olan “ana [anne]” ile karıştırılmamalıdır. “Ana” adlı yerin neresi olduğu konusunda ise rehberimiz her zaman olduğu gibi yine Kur’an’dır:

92.İşte bu da Bizim Anakent’i ve yanı başındaki kişileri uyarman için indirdiğimiz, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı, bolluk dolu bir Kitaptır. Âhirete inananlar ona da inanırlar ve onlar salâtlarına [mâlî yönden ve ve zihinsel açıdan destek olma: toplumu aydınlatma kurumlarına] da koruyucudurlar.(En’âm/ 92)

Bu ayette peygamberimize önce “ امّ القرى Ümmü’l-Kurâ”yı, sonra da çevresindekileri uyarma talimatı verilmiştir. Peygamberimizin Mekke’de elçi seçilip ilk kez Mekkelileri uyardığı herkesçe bilinmektedir. O hâlde ayetteki “Ümmü’l- Kurâ” ifadesi ile Mekke şehrinin kastedildiği açıktır. Nitekim Mekke, tüm yazılı Arap metinlerinde ve çevredeki halkın dilinde “Ümmü’l-Kurâ”dır. Dolayısıyla Mekke şehrinin Kur’an’da da bu isimle anılması hiç yadırganmamış, bu konuda herhangi bir tartışma olmamıştır. “Ümmü’l-Kurâ”; “Köylerin/Kentlerin Anası, Anakent” demek olup Mekke’nin Arap toplumunda bu isimle anılmasının sebebi, onun Kâbe çevresinde kurulan ilk yerleşim merkezi olmasıdır. Bazı yerleşim birimlerinin kendi isimleri ile değil de o birimlerin özelliklerini yansıtan isimlerle anılması Türkçede de mevcut bir durumdur. Meselâ; Ankara yerine Başkent, Türkiye yerine Anayurt veya Anavatan, Kıbrıs yerine Yavruvatan denmesi gibi…

“ANAKENT” NASIL “ANA” OLDU?
Arap dilindeki izafetlerde [isim tamlamalarında) bazen “muzafun ileyh” hazf olur, ondan bedel olarak da muzâfa “lâm-ı tarif [ ال  el]” takısı getirilir”. Yani, tamlanan kaldırılarak onun yerine tamlayanı belirtili/özel isim hâline getiren bir edat getirilir. Burada da “ امّ القرى  Ümmü’l-Kurâ” tamlamasındaki “ القرى el-Kurâ” kaldırılarak yerine “ ال el” takısı konmuş ve iki kelimeden oluşan tamlama “ الامّ el Ümm [Ana]” şeklinde tek kelime hâline getirilmiştir. Böylece “Kentlerin anası / Anakent” ifadesi sadece “Ana” olmuştur. Bu gibi durumlarda yeni sözcük özelleşmekte ve artık özel isim hâline gelmiş olan yeni sözcüğün ilk harfinin de büyük harfle yazılması gerekmektedir.

Mekke’nin diğer ismi olan “ امّ القرى  Ümmü’l-Kurâ”, yukarıdaki şekilde “ الامّ  el-Ümm” şekline dönüştüğü için “Mekkeli”yi ifade etmek üzere sözcüğün sonuna bağıntı “ ى ya”sı getirilmesi yeterli olmaktadır: “ الامّى el-Ümmî”. Artık “الامّى  el-Ümmî” denince “Anakentli” anlaşılmalıdır.

Yerleşme birimleri ile ilgili olarak bu tarz kısaltmalar Türkçede de uygulanmaktadır. Meselâ, Aydın’ın Kuşadası ilçesine, İzmir ve Aydın yöresi halkı tarafından “Ada” denmekte ve halk arasındaki konuşmalarda Kuşadası ile ilgili cümleler; “Ada’ya gittim”, “Ada’dan geliyorum”, “Ada’nın kaymakamı”, “Ada’nın belediyesi”, “Adalı Ahmet”, “Adalı Mehmet” gibi ifadelerle dile getirilmektedir.

“Ümmî” sözcüğü de yukarıda verilen örneklerde olduğu gibi “Ümmü’l-Kurâ” ifadesinin değişime uğramış hâli olup “Ana’ya mensup, Analı”, yani “Mekkeli” anlamına gelmektedir. Kur’an’da tekil ve çoğul olarak toplam altı ayette geçen “Ümmî” sözcüğü, bu ayetlerin hepsinde de aynı anlamı ifade etmektedir:78.Bunlardan bir kısmı da, kuruntu dışında Kitab’ı bilmeyen, okuma-yazma bilmeyen/analarından doğdukları gibi kalmış kimselerdir. Bunlar, sadece zannediyorlar.(Bakara/ 78)

20.Buna rağmen eğer seninle tartışırlarsa de ki: “Ben tüm benliğimi Allah için İslâmlaştırdım/ben Müslüman oldum. Bana uyanlar da Müslüman oldular.” Kitap verilenlere ve Anakentliler’e: “Siz de sağlamlaştırdınız mı/İslâm’ı kabul ettiniz mi?” de. Eğer sağlamlaştırırlarsa/İslâm’a girerlerse, artık kılavuzlandıkları doğru yola ermişlerdir. Ve eğer sırt çevirirlerse sana düşen sadece mesajı iletmektir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.(Âl-i Imran/ 20)

75.Ve Kitap Ehlinden öylesi vardır ki, eğer onlara yüklerle emanet teslim etsen onu sana geri öder. Onlardan öyleleri de vardır ki ona bir tek altın para emanet etsen, üzerine dikilmeden onu sana geri vermez. Bu, onların: “Ümmilerin/Anakentlilerin bizim aleyhimize yol bulmaları mümkün değildir” demelerinden dolayıdır. Onlar, bilip durdukları hâlde, Allah hakkında yalan da söylerler.(Âl-i Imran/ 75)

2,3.O, Anakentliler/Mekkeliler içinde, kendilerinden olan ve Anakentlilere ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına Allah’ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri öğreten bir elçi gönderendir. –Onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde olsalar da.–Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.( Cuma/ 2)
                                                                           
“Ümmî” sözcüğünün tekil veya çoğul olarak geçtiği yukarıdaki ayetler, bulundukları pasaj ile birlikte dikkatle okunur ve iyi anlaşılırsa, “Ümmî” kavramının da “Kitap ehli olmayan, yani Tevrat ve İncil’i okumayan veya Yahudi ve Hıristiyan olmayan Mekkeliler” demek olduğu kolayca anlaşılır.

O dönemde Peygamberimizin içinde yaşadığı toplumu “Ehl-i Kitap olanlar [Yahudi ve Hıristiyanlar]” ve “Ehl-i Kitap dışındakiler” olmak üzere iki farklı zümreye ayırmak mümkündür. Yahudiliğin millî bir din olması sebebiyle, Yahudilerin aslen Mekkeli olmadıkları zaten bilinmektedir. Ehl-i Kitap zümresinin diğer bölümü olan Hıristiyanların da, Mekke’nin “anakent” olması dolayısıyla Mekke’ye başka yörelerden göç etmiş oldukları çeşitli kaynaklarla doğrulanmış bir gerçektir. Nitekim Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan ve “zımmî” adı verilen bu yabancıların hukukî varlıkları, peygamberimizin devlet başkanı olduğu dönemde yasalarla belirlenmiştir.[81] Toplumun Ehl-i Kitap dışında kalan diğer zümresi ise, Kur’an’dan öğrendiğimize göre, kitap (Tevrat, İncil) bilmeyen, sadece kuruntu ve zanlarıyla hareket edenlerdir ki bu zümre Mekke’de doğup büyümek suretiyle Mekkeli olanlardır. Kur’an’da bu kesime mensup olanlara, yani Mekke’nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış olanlara, taşralı olmayanlara, bedevî olmayanlara “Ümmî” denmektedir. Bunun böyle olduğu, hem Kur’an ayetleri hem de tarihî belgelerle sabittir.

Demek oluyor ki, peygamberimizin “امّى  Ümmî” oluşu onun okuma yazma bilmediğini değil, Mekke’nin Ehl-i Kitap dışındaki zümresine mensup olduğunu göstermektedir.

Konuya aklî olarak yaklaşıldığında da netice aynı olmaktadır:

Elçi olarak seçilmeden önce Mekke’de ticaretle uğraşan peygamberimizin bir tüccar olarak okuma yazma bilmemesi mümkün değildir. Ayrıca Mekke’nin emini olması dolayısıyla, okuması yazması olmadan birçok insanın malının ve parasının kaydını tutması da imkânsızdır.

Elçilik görevine seçildikten sonra, gelen ilk vahylerde kendisine “Oku! En üstün olan Senin Rabbin ise kalemle öğretendir.” (Alak; 3, 4) talimatı verilmiştir. Bu ifade aslında peygamberimize aldığı vahyleri yazmasını bildiren dolaylı bir emirdir. Okuryazar olmayana böyle bir emir verilmez. Ayrıca Kur’an’da okuyup yazmayı özendiren, cehaleti yeren onlarca ayet mevcuttur. Eğer peygamberimiz okuryazar olmasa idi, sürekli onun açığını arayan müşrikler bunu kendilerine malzeme yapar, okuma yazma bilmeyen birisinin bunu başkalarına ne yüzle emredebildiğini sorar, böyle bir davranışın “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir nefretle karşılanır” (Saf/2-3) ve “Sizler Kitab’ı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?” (Bakara/44) şeklindeki ayetler ile yasaklandığını hatırlatarak ona çelişki içinde olduğunu söylerlerdi.

Bir an için peygamberimizin elçi seçilmeden önce okuma yazma bilmediği var sayılsa bile, bunu yirmi üç senelik elçilik hayatında da öğrenmediğini iddia etmek mümkün değildir. Çünkü ilmi, bilgilenmeyi emreden ayetler karşısında, bu emirlere ilk muhatap ve ilk teslim olan insan olarak onun bu emirlere kayıtsız kalması ve bu süre içinde okuma yazma öğrenmemesi mantıksızdır. Kaldı ki, peygamberimizin Bedir Savaşı esirlerini okuma yazma bilmeyen Müslümanlara okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakması gibi, Kur’an emirleri doğrultusunda ilmi ve irfanı tavsiye eden birçok önerisi ve uygulaması vardır.

Rabbimiz herkese ilim ve irfanı emrederken kendi elçisini bundan vareste tutmadığına göre, peygamberimizin okuma yazma bilmediğini söylemek hem mantıksız, hem de büyük haksızlıktır.

SONUÇ OLARAK: Naklen ve aklen sabittir ki, Kur’an’da geçen “el-Ümmî” ifadesi “Anakentli [Mekke’nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış, taşralı olmayan, bedevî olmayan]” demektir. (Ümmî sözcüğü ile el-Ümmî karıştırılmamalıdır.)Bu ifade, Mekkelilere peygamberimizin kendi içlerinden biri olduğunu, hemşehrileri olduğunu, yakından tanıdıkları ve yabancı olmayan birisi olduğunu vurgulamak için kullanılmıştır. Kur’an’da, peygamberimizin Mekkelilerin kendi içlerinden biri olduğu konusu üzerinde duran daha birçok ayet vardır (Sad/4, Kaf/2, Tövbe/128). Yani, peygamberimiz okuyup yazabilen, Ümmî / Anakentli [Mekke’nin içinde doğmuş, büyümüş, yaşamış, taşralı olmayan, bedevî olmayan] birisidir.

Yukarıdaki 157, 158. ayetlerden anlaşıldığına göre, peygamberimizin yaşadığı dönemdeki ehlikitabın elinde bulunan Kitab-ı Mukaddes’te de, son peygamberi niteleyen ve haber veren cümleler bulunmaktadır. Zaten Kur’an’ın bu ayetlerine o günleri yaşayan Ehl-i Kitap tarafından bir tepki gösterilmemiştir.

Kur’an’da da, kendilerine kitap verilenlerin peygamberimize inandıkları bildirilmiştir:
45,46.Bir de sabretmekle, salâtla [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma ile] yardım isteyin. –Şüphesiz salât ve sabırla yardım isteme, saygılı olanlardan; gerçekten Rablerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O’na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir.–(Bakara/ 46)
                                                                                             
20.Kendilerine Kitap verdiğimiz şu kimseler, Peygamber’i, kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler. Kendi nefislerini kayba uğratan şu kimseler, işte onlar iman etmezler.(En’âm/ 20)

121.Kendilerine kitabı verdiğimiz kimseler onu, okumasının-izlemesinin hakkını vererek okurlar-izlerler. İşte onlar, ona iman ederler. Her kim de Kitabı bilerek reddederse, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.(Bakara/ 121)

Ümmî peygamber ile ilgili Kur’an’da bir başka ayet daha vardır:
6.Ve hani Meryem oğlu Îsâ: “Ey İsrâîloğulları! Şüphesiz ben, Tevrât’tan iki elimin arasındakileri doğrulayan ve benden sonra gelecek, adı, Ahmed/övgüye başkalarından daha layık bir elçiyi müjdeleyen, Allah’ın bir elçisiyim” demişti. Sonra Îsâ, onlara apaçık delillerle gelince “Bu, apaçık bir büyüdür” dediler.(Saff/ 6)

Tevrat’ta, o günkü peygamber olan Musa peygamberden sonra bir peygamber geleceği, Tesniye 18. Bölüm 15–19. cümlelerde; İşaya 41. Bölüm 25. cümlede ve 42. Bölüm 1–5. cümlelerde yer almaktadır. Ancak geleceği söylenen bu peygamber, tarihî gerçekler itibarıyla İsa peygamberdir. Zaten bizi de orijinal İncil’deki ifadeler ilgilendirmektedir. İncil’in orijinalindeki ifadeleri bulma ve bilme imkanımız yoktur.

Anlaşıldığına göre eldeki düzmece İncillerde de Rasülüllah’a işaret eden ibareler bulunmaktadır:

Yuhanna İncili

25- “Ben daha aranızdayken size bunları söyledim. 26- Ama Baba’nın benim adımla göndereceği Yardımcı, Kutsal Ruh, size her şeyi öğretecek, bütün söylediklerimi size hatırlatacak. 27- Size esenlik bırakıyorum, size kendi esenliğimi veriyorum. Ben size dünyanın verdiği gibi vermiyorum. Yüreğiniz sıkılmasın ve korkmasın. 28- Size, ‘Gidiyorum, ama yanınıza döneceğim’ dediğimi işittiniz. Beni sevseydiniz, Baba’ya gideceğim için sevinirdiniz. Çünkü Baba benden üstündür. 29- Bunları size şimdiden, her şey olup bitmeden önce söyledim. Öyle ki, bunlar olunca inanasınız. 30- Artık sizinle uzun uzun konuşmayacağım. Çünkü bu dünyanın egemeni geliyor. Onun benim üzerimde hiçbir yetkisi yoktur.[82]

7- Size gerçeği söylüyorum, benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem,
Yardımcı size gelmez. Ama gidersem, O’nu size gönderirim. 8- O gelince günah, doğruluk ve gelecek yargı konusunda dünyayı suçlu olduğuna ikna edecektir: 9- Günah konusunda, çünkü bana iman etmezler; 10- doğruluk konusunda, çünkü Baba’ya gidiyorum, artık beni görmeyeceksiniz; 11- yargı konusunda, çünkü bu dünyanın egemeni yargılanmış bulunuyor. 12- “Size daha çok söyleyeceklerim var, ama şimdi bunlara dayanamazsınız. 13- Ne var ki O, yani Gerçeğin Ruhu gelince, sizi tüm gerçeğe yöneltecek. Çünkü kendiliğinden konuşmayacak, yalnız duyduklarını söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek. 14- O beni yüceltecek. Çünkü benim olandan alıp size bildirecek. 15- Baba’nın nesi varsa benimdir. ‘Benim olandan alıp size bildirecek’ dememin nedeni budur.[83]

Matta İncili
33- “Bir benzetme daha dinleyin: Toprak sahibi bir adam, bağ dikti,
çevresini çitle çevirdi, üzüm sıkma çukuru kazdı, bir de bekçi kulesi yaptı.
Sonra bağı bağcılara kiralayıp yolculuğa çıktı. 34- Bağbozumu yaklaşınca, üründen kendisine düşeni almaları için kölelerini bağcılara yolladı. 35- Bağcılar adamın kölelerini yakaladı, birini dövdü, birini öldürdü, ötekini de taşladı. 36- Bağ sahibi bu kez ilkinden daha çok sayıda köle yolladı. Bağcılar bunlara da aynı şeyi yaptılar. 37- Sonunda bağ sahibi, ‘Oğlumu sayarlar’ diyerek bağcılara onu yolladı 38- “Ama bağcılar adamın oğlunu görünce birbirlerine, ‘Mirasçı bu; gelin, onu öldürüp mirasına konalım’ dediler. 39- Böylece onu yakaladılar, bağdan atıp öldürdüler. 40- Bu durumda bağın sahibi geldiği zaman bağcılara ne yapacak?” 41- İsa’ya şu karşılığı verdiler: “Bu korkunç adamları korkunç bir şekilde yok edecek; bağı da, ürününü kendisine zamanında verecek olan başka bağcılara kiralayacak.”  42- İsa onlara şunu sordu: “Kutsal Yazılar’da şu sözleri hiç okumadınız mı? ‘Yapıcıların reddettiği taş, İşte köşenin baş taşı oldu. Rab’bin işidir bu, Gözümüzde harika bir iş!’ 43- “Bu nedenle size şunu söyleyeyim, Tanrı’nın Egemenliği sizden alınacak ve bunun ürünlerini yetiştiren bir ulusa verilecek. 44- “Bu taşın üzerine düşen, paramparça olacak; taş da kimin üzerine düşerse, onu ezip toz edecek.” 45- Başkâhinler ve Ferisiler, İsa’nın anlattığı benzetmeleri duyunca bunları kendileri için söylediğini anladılar. 46- O’nu tutuklamak istedilerse de, halkın tepkisinden korktular. Çünkü halk, O’nu peygamber sayıyordu.[84]

Kitab-ı Mukaddes
15 Tanrınız RABB size aranızdan, kendi kardeşlerinizden benim gibi bir peygamber çıkaracak. Onu dinleyin. 16 Horev’de toplandığınız gün Tanrınız RABB’den şunu dilemiştiniz: ‘Bir daha ne Tanrımız RABB’in sesini duyalım, ne
de o büyük ateşi görelim, yoksa ölürüz. 17 RABB bana, ‘Söyledikleri doğrudur dedi. 18 ‘Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. 19 Adıma konuşan peygamberin ilettiği sözleri dinlemeyeni ben cezalandıracağım.[85]

157. ayette geçen “ağır yükler” “üzerlerindeki bağlar” ve “zincirler”, İsrailoğullarının kendi kendilerine dine koydukları ağır hükümleri ifade etmektedir. Meselâ, bu ağır yüklerin bir tanesi, cumartesi günü çalışmayı terk etme yükümlülüğüdür. Rivayete göre Musa peygamber bu yükümlülüğe uymayan birisini görmüş ve onu öldürmüştür. Bundan başka, İsrailoğulları arasında yaygınlaşmış olan; cinayetlerde diyet uygulaması yerine sadece kısas uygulanması, işlenen suçlar için tövbe etmenin ancak insanın kendini öldürmesiyle mümkün olması gibi daha birçok kural, ayetteki “ağır yükler”, “üzerlerindeki bağlar” ve “zincirler” kapsamına girmektedir. İşte ayette, Ümmî peygamberin kaldırdığı yüklerle, kurtardığı bağlar ve zincirlerle kastedilen, bu hükümlerdir.

157. ayette yapılmasını gerekli gördüğümüz bir tespit de, peygamberimizin tam dokuz sıfatla nitelenmesidir: “Resul”, “Nebiy”, “Ümmî”, “Tevrat ve İncil’de adı geçen”, “İyiliği emreden”, “Kötülüklerden nehyeden”, “Temizleri helâlleştiren”, “Pis şeyleri haramlaştıran”, “Ağır yükleri ve zincirleri kaldıran”.

158. ayette dikkatlerden kaçırılmaması lâzım gelen husus, tüm insanlığa sesleniliyor olmasıdır. Bir önceki ayette nitelikleri ve görevi açıklanmış olan peygamberimize inanılmasını, yardım edilmesini ve destek verilmesini isteyen Rabbimizin bu ayette tüm insanlara seslenmesi, elçisinin belli bir kavme, belli bir yöreye değil, tüm insanlara gönderildiği anlamına gelmektedir. Nitekim Kur’an’ın ilk ayetinden son ayetine kadar peygamberimizin muhatabı tüm insanlıktır. Geçmiş peygamberler ise hep belli bir yöreye veya belli bir kavme elçi olmuşlardır. Buradan da, İslâm dininin Araplara özgü bir din olmayıp tüm insanlığın dini olduğu sonucu çıkmaktadır.*






*İşte Kuran, Araf Suresi

Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim