• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Kur'an İncelemeleri

 
Site Menüsü

34Kaf Suresi 15-29



Hatalı Çevrilen Ayetler


34Kaf Suresi 15-29


Hatalı Çeviri:
15. İlk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratma hususunda şüphe içindedirler.
16. Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.
17. İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar.
18. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.
19. Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.
20. Sûr'a üfürülür; işte bu, geleceği vâdedilen gündür.
21. Herkes, yanında bir sürücü ve bir de şahitle beraber gelir.
22. Andolsun sen bundan gaflette idin; derhal biz senin perdeni kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir (denir).
23, 24, 25, 26. Yanındaki arkadaşı: «İşte yanımdaki hazır, der. (İki meleğe şu emir verilir:) Haydi ikiniz her inatçı kâfiri, hayra bütün gücüyle engel olanı, azgın şüpheciyi cehenneme atın; Allah ile beraber başka ilâh edineni, şiddetli azaba birlikte atın!
27. Müşrikin arkadaşı (şeytan) der ki: Rabbimiz! Ben onu azdırmadım. Fakat kendisi derin bir sapıklık içindeydi.
28. O esnada (Allah) buyurur: Huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce uyarı göndermiştim!
29. Benim huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara asla zulmedici değilim.


Doğru Çeviri:
15Peki, Biz, ilk oluşturmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, ama onlar yeni bir oluşturuluştan kuşku içindedirler.
16Ve andolsun insanı Biz oluşturduk. Nefsi kendisine neler fısıldar onu da biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız. 17,18Onun sağından ve solundan (her yanından) yerleşik iki tesbitçi onun her işini tesbit edip dururken, insan hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın.
19Ölümün sarhoşluğu gerçekten gerçek ile gelmiştir de: –“Ey insan! İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir.”–
20Ve Sûr da üflenmiştir. –“İşte bu, korkutulan gündür.”– 21Ve herkes, kendisiyle beraber bir sürücü ve bir şâhit bulunarak geldi.
23Ve onun yaşıtı olan arkadaşı/İblis dedi ki: “İşte yanımdaki hazır.”
–“24,25Haydi, İblis ve tanık; ikiniz, tüm inatçı, kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden, hayrı alabildiğine engelleyen, kendine haksızlık eden ve şüpheci olan o kişileri atın cehenneme! 26O ki Allah ile birlikte başka bir ilâh edinmişti. Haydi, ikiniz birlikte, onu şiddetli azaba atın!”–
27Onun yaşıtı olan arkadaşı/İblis dedi ki: “Rabbimiz! Ben onu azdırmadım. Fakat kendisi uzak bir sapıklık içindeydi.”
28Allah dedi ki: “Benim huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce tehdit göndermiştim. 29Benim huzurumda Söz75 değiştirilmez. Ve Ben kullara asla yanlış iş yapan; yaptıkları iyi amelleri noksanlaştıran, haksızlık eden biri değilim.”





15) Peki, Biz, ilk oluşturmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, ama onlar yeni bir oluşturuluştan kuşku içindedirler.

Rabbimiz, Fussılet sûresi'nde çok açık ve net olarak ortaya koyduğu ve şimdiye kadar da birçok örneklerini gördüğümüz genel ilkesi gereği, bu âyette de yine afak ve enfüsteki kanunlarından bir örnek vermiştir.

Onun hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar, hem dış dünyada, hem kendi bünyelerinde alâmetlerimizi/göstergelerimizi onlara göstereceğiz. Rabbinin şüphesiz her şeye tanık olmuş olması da yetmedi mi? [Fussılet/53]

İLK YARATMA: Âyette verilen örnek, ilk yaratma'dır. Bu örnek hem afakî hem enfüsî olarak değerlendirilebilir ve iki şekilde anlaşılabilir:

1) İlk yaratma'dan, insanın dünyaya getirilmesi anlaşılabilir ki, bu takdirde örnek enfüsî niteliktedir:

Ve o kişi, kendisini bir nutfeden/bir damla sudan oluşturduğumuzu görmedi mi de şimdi o apaçık bir düşmandır. Ve kendi oluşturuluşunu dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı: Dedi ki: "Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!" De ki: "Onları ilk defa oluşturan onları diriltecektir. Ve O, her oluşturmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş/oksijen yapandır. Şimdi de siz oksijenden yakıp duruyorsunuz. [Yâ-Sîn/77-80]


2) İlk yaratma'dan; göklerin, evrenin ve ilk insanın yaratılışı anlaşılabilir ki, bu takdirde örnek afakî nitelik arz eder:

Onlar, şüphesiz gökleri ve yeryüzünü oluşturan ve onları oluşturmakla yorulmamış olan Allah'ın ölüleri diriltmeye de güç yetiren olduğunu görmediler mi/düşünemediler mi? Evet şüphesiz ki, O, her şeye gücü yetendir. [Ahkâf/33]

Hatırlanacak olursa Rabbimiz 6. âyette, Peki onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki? demişti. Burada da, Peki, Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? buyurmuştur. Bize göre bu ifade, ilk yaratılanın gökler olduğuna işaret etmektedir.

Bu açıklamaların ışığı altında 15. âyetin takdiri aşağıda belirttiğimiz şekillerde yapılabilir:

- Şu hâlde ilk yaratmada âciz mi kaldık? Yani, gerek diğerlerini, gerek kendilerini ilk yaratılışla meydana getirmekle kudretimizi göstermiş değil miyiz ki, ikinci bir yaratışı uzak görüyorlar da, Bu uzak bir dönüştür diyorlar?

- İlk yaratışla kudretimiz tükenmiş de daha sonrasını yaratmaktan güçsüzlüğe mi düşmüşüz? Hayır, öyle olmadığını bilirler. Onlar yeniden yaratılmaktan şüphe ediyorlar.

15. âyet aslında âhiretin akıl yoluyla [mantıkla] isbatı mâhiyetindedir. Çünkü gerek insanın bu dünyada canlı olarak var olması gerçeği, gerekse yer, gök ve evrenin düzeninin gözler önünde sürüp gitmesi Allah'ın bunları yaratmaktan âciz olmadığını açıkça isbat etmektedir. Yüce Allah âdeta, "Yaptıklarımız, yapacaklarımızın isbatıdır" demektedir.

Bu durumda, kıyâmeti koparttıktan sonra Allah'ın başka bir düzen kuramayacağını, ölüleri tekrar diriltemeyeceğini söylemek mantıklı bir yaklaşım değildir. Çünkü Allah bunları yapmaktan âciz olsa idi (hâşâ), önceden de yapamaz, gördüğümüz hiçbir varlığı yaratamazdı.

Şu hâlde; insanı ve evreni yoktan var eden Gücün yarattığı varlıklara bakarak, O'nun bu varlıkların hayatlarını ellerinden aldıktan sonra onları tekrar yaratabileceği [diriltebileceği] sonucuna varmak gâyet sağlıklı bir akıl yürütme biçimidir. Bunun aksini söylemek ise, yani değişmez kanunlara dayanan muhteşem bir düzen içindeki evreni yoktan yaratmış olan Gücün, yarattığı bu varlıkları yine Kendi koyduğu kanunlarla değiştirdikten [ölmelerini sağladıktan] sonra başka bir düzen içinde tekrar yaratamayacağını [diriltemeyeceğini] söylemek ise, –yaratıcının gücünde bir azalma, kaybolma olmadığına göre–, gerçeklere ve gerekçelere dayanan mantıklı bir akıl yürütme olmadığından, tek kelime ile abestir.


16,17,18) Ve andolsun insanı Biz oluşturduk. Nefsi kendisine neler fısıldar onu da biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız. Onun sağından ve solundan (her yanından) yerleşik iki tesbitçi onun her işini tesbit edip dururken, insan hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın.

Bu pasajda insanı saptıran gücün kaynağına dikkat çekilerek insanlar uyarılmış, sonra da "insan" ile onu yaratan, yarattığı için tüm özelliklerini bilen, özgür bırakmış olmasına rağmen onu sürekli kontrol eden "Yaratıcı" arasındaki ilişki konu edilmiştir. Bu ilişkinin derecesi ise, Ve Biz ona şah damarından daha yakınız ifadesiyle açıklanmıştır.

Pasajda zımnen şöyle denmektedir: "Bizim kudret ve ilmimiz insanoğlunu içinden ve dışından öyle çepeçevre sarmıştır ki, Bizim ilim ve kudretimizin ona yakınlığı, şah damarının ona olan yakınlığından daha fazladır. Konuşmasını işitmek için bir mesafe kat edip yanına gelmemiz gerekmez, gönlünden geçen düşünceleri bile doğrudan doğruya biliriz. Aynı şekilde, ona müdahale etmemiz gerekirse, bir mesafe kat etmemiz söz konusu değildir. Nerede olursa olsun, o, her zaman kontrolümüzdedir, istediğimiz zaman ona müdahale ederiz."

Bir taraftan Allah'ın insana, nefsinin kendisine neler fısıldadığını bilecek kadar, hatta şah damarından bile yakın olduğu söylenmekte; diğer taraftan da insanın üzerine onun her söz ve hareketini kaydeden iki adet kayıtçı ve denetçinin yerleştirildiği bildirilmektedir. Yüce Rabbimiz herkesin ne yaptığını en ince ayrıntısına kadar bildiği halde acaba neden ayrıca herkesin üzerine ne yapıp ettiklerini denetleyen ve kaydeden iki şâhit daha yerleştirmiştir?

Bize göre bunun manası; Allah'ın adaleti önünde hesaba çekilecek olan insanın, önceki dünyada yaptıklarını gözler önüne serecek iki şâhit eşliğinde hesabını verecek olmasıdır. İnsanın kendi vücudu, sözlerini, hareketlerini hatta düşüncelerini en ince ayrıntısı ile zapt edip kayda alan bir teyp, bir disk gibidir. Hesap gününde bu kayıtlar açılarak ilân edilecek, her insan dünyada iken söylediklerini kendi sesinden kendi kulağı ile duyacak, yaptığı işleri de kendi organlarından kendi gözleri ile görecektir. Böylece yaptıklarını inkâr etmesi asla mümkün olmayacaktır. Her şeyi bilmesine rağmen Yüce Allah, âhirette hesaba çektiği kimseyi adaletin bütün şartları yerine getirilmiş bir şekilde ve her insanın bizzat kendisini tanık olarak dinlemek sûretiyle yargılayacaktır. Herkesin dünyadaki söz ve hareketlerinin tam ve eksiksiz kaydı bu nedenle gerekmektedir.

Nefsi kendisine neler fısıldar onu da biliriz.

Nefsin vesvesesi, insanın kendi içinden geçirdiği duygular, kuruntular, kararlar gibi, gizli, içe dönük şeyleri ifade etmektedir. İnsanın içine [gönlüne], söylenenleri ve yapılanları kaydetmekle görevli yetilerin bile farkına varamadıkları bir gizlilikte geliveren bu içsel, nefsî şeyler, Allah'tan asla gizli kalamazlar. Çünkü Allah, yaratıcısı ve programlayıcısı olarak insana, onun kendi nefsine olan yakınlığından daha yakındır. Zaten insana diri olmasını sağlayan nefsi [canı] veren de Allah'tır.

HABL-İ VERÎD: Âyetteki, حبل وريد [habl-i verîd] tamlaması, uzun zamandan beri "şah damarı" olarak kabul edilmektedir. Oysa bu deyimin esas anlamı anatomi bilimindeki "şah damarı" değildir. Anatomi bilimindeki "şah damarı", kalpten çıkıp baş ve boyun bölgesine temiz kan taşıyan ana atardamarların ortak adıdır. Habl-i verîd ise, "vücuttakî kirli kanı taşıyan ana toplardamar"dır.

Bu konuda klâsik kaynakların bazılarında şu bilgiler yer almaktadır:

el-Verîdan [iki toplardamar], boynun önündeki iki yüzünü kavramış iki damardır ki, vetine [şahdamarına] bağlı olup baştan kalbe doğru girerler. [Sahibü'l-Keşşaf.]

Verîd, "boynun yüzündeki damar"dır ki, öfke halinde şişer. Bunlar iki verîddirler [şahdamarıdırlar]. [İbn-i Esir.]

Verîd, "ciğere ve kalbe bağlı olan bir damardır ki, kanın akışı onda"dır. [Râgıb. Ayrıca Râgıb, habl-i verîd'den maksadın "ruh" olduğunu da söylemiştir.]

Verîd, "atardamardan başka kanı taşıyan damar"dır. Verîdân [iki toplardamar] ise, "boynun önünde, boynun iki yüzünü kavramış iki damardır. Baştan dağılırlar ve vetîne [şahdamarına] bağlıdırlar." [Nizameddin Nisâburî.]

Allah'ın insana yakınlığı belirtilirken habl-i verîd ifadesinin kullanılmasında iki ince nokta vardır:

1) Bilindiği gibi, atardamar, kanı kalpten vücuda dağıtmakta, yani kanı kalpten uzaklaştırmakta; toplardamar ise vücuttakî kanı kalbe doğru götürmekte, yani kanı kalbe yaklaştırmaktadır. Bu sebeple yakınlık ölçüsü olarak verîd [toplardamar] zikredilmiştir. Nitekim habl-i verîd deyimi, Arap kültürünün yazıya geçmeden önceki hâlinde [kadim Arap dilindeki şiirlerde], "Ölüm ona verîdden daha yakındır" örneğinde olduğu gibi "pek yakında" anlamı ile yer almıştır.

2) Habl-i verîd, "kullanılmış, siyah renkli, kirli kanı taşıyan toplardamar"a denmektedir. Kalbin sağ kulakçığında toplanan bu kan oradan akciğerlere gönderilmekte, akciğerlerde temizlendikten sonra tekrar kalbe dönüp vücuda pompalanmaktadır. Bu döngü bir çeşit yeniden yaratma gibidir. Bize göre bu deyimin âyette ifade ettiği diğer incelik de budur.

ALLAH'IN YAKINLIĞI: Kur’ân'ın buraya kadarki bölümünde, Kendisini tanıttığı ifadelerden öğrendiğimize göre Allah'ın zatının kullarına mesafe itibariyle yakınlığı söz konusu değildir. Âyette geçen Allah'ın yakınlığı, mecâzî bir ifadedir. Bu ifade ile kasdedilen mana, "insan üzerinde kudret yürütüp bir etki meydana getirme konusunda ona kendisinden daha yakın, daha mâlik, daha çok tasarruf sahibiyiz, onun nefsindeki vesveseyi de ondan daha iyi bilmekteyiz" demektir.
Allah'ın yakınlığı konusu, klâsik kaynakların bazılarında şu şekillerde değerlendirilmiştir:

Allah Teâlâ'nın ilminin kemalini, genişliğini beyandır. Allah ilmi ile ona damarındaki kandan daha yakındır. Çünkü damara bir engel vardır. O, ona gizli kalabilir. Fakat Allah Teâlâ'nın ilmine engel mümkün değildir. Buna şu mânâ da verilebilir: Kudretimizin eşsizliği itibariyle Biz ona "habl-i verîd"den daha yakınız. Emrimiz onda, damarlarındaki kanın akışı gibi cereyan eder. [Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.]

Biz ona daha yakınız ifadesi mecâzdır. Bundan maksat, Allah’ın ona ilmen yakınlığıdır. "Allah her yerdedir" ifadesiyle de O’nun ilminin her yeri kuşatmış olduğu kast edilir. Zira yakınlık mekân ve mesafe itibariyledir; Allah ise mekândan münezzehtir. [Keşşaf sahibi.]

Yani, "Biz onun halini, ona "habl-i verîd"den daha yakın olandan daha iyi biliriz" demektir. Zatın yakınlığı ile ilmin yakınlığına mecâz yapılmıştır. Çünkü o onun gerekçesidir. [Kadı Beydavî ve Ebu's-Suud.]

HER NE SÖYLERSE: Her ne söylerse, "ağızdan ne çıkarsa, hayır veya şer her ne söz söylenirse" demektir ki bu ifade ile sadece ağızdan çıkan sözler değil, dışa vurulan tüm eylemler de kasdedilmiştir. Çünkü ağızdan çıkan bir hece, kişinin dışa vuran en küçük eylemidir. Dolayısıyla insanın ne söylediğini, ne yaptığını gözetleyen tesbitçiler hiçbir sözü ve hareketi kaçırmadan kaydederler.

Ancak, insana, her yakından daha yakın olan, insanın nefsindeki gizlilikleri ve içine doğan her dürtüyü insandan daha iyi bilen Allah, insanları sadece irâdeleri ile bilinçli olarak yaptıklarından sorumlu tutar:

225Allah, sizleri yeminlerinizdeki boş sözlerden sorumlu tutmaz; ama bilinçli yapılmış eylemleriniz nedeniyle sorumlu tutar. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok yumuşak davranandır. [Bakara/225]

Buradan da, insanın bilinci yerinde değilken, irâdesi dışındaki sözleri ve hareketlerinin kayda girmeyeceği, bunlardan insanın sorumlu tutulmayacağı anlamı çıkmaktadır.

İKİ TESBİTÇİ: Bu iki tesbitçinin ne oldukları, bir sonraki pasajda kendilerinden سائق [sâik] ve شهيد [şehîd] olarak bahsedilmek sûretiyle açıklanmıştır. Ayrıca sâik, 23. ve 27. âyetlerde karîn sözcüğü kullanılarak bir kez daha açıklanmıştır. Bu açıklamalara rağmen âyetteki tesbitçiler'i, insanın sağında hayırları, solunda şerleri yazan melekler olarak anlayıp anlatmak hem sözcükler açısından, hem melek kavramı açısından ve hem de pasajın anlamı açısından yanlıştır.

SAĞINDAN SOLUNDAN: Âyette bahsi geçen iki tesbitçi ile ilgili olarak, "sağdaki melek iyilikleri ve sevapları, soldaki melek kötülükleri ve günahları kaydeder" şeklinde ilginç rivâyetler ortaya atılmış ve bu rivâyetlerde gerçek dışı anlatımlara yer verilmiştir.

Zıt anlamlı sözcüklerin birlikte kullanılmasının ifadeye anlam zenginliği kazandırdığını ve bu tür ifadelerdeki sözcüklerin birlikte kullanımının o sözcüklerin kendi anlamlarından daha başka bir anlam oluşturduğunu Nâs sûresi'nin tahlilinde "İns ve Cinn" başlığı altında incelemiştik.

Burada da aynı durum söz konusu olup sağından, solundan ifadesi ile, sadece "sağ ve sol" değil, "tüm yönler" kasdedilmiştir. Dolayısıyla bu tesbitçiler insanın sadece sağında ve solunda değil; sağında, solunda, önünde, arkasında, altında, üstünde, içinde, dışında, yani kalbindedirler. İnsanı sürekli kontrol altında tutarak söylediği ve yaptığı her şeyi kayda alıp saklayan ve zamanı gelince sakladıklarını çıkarıp ortaya koyan bu tesbitçiler, Allah'ın insana verdiği iki yeti olup bunlar bize göre İblis ve hâfızadır [bellektir]. Bu yetilere, "meleke" demek mümkünse de "melek" demek doğru değildir.


19) Ölümün sarhoşluğu gerçekten gerçek ile gelmiştir de: -"Ey insan! İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir."-

20,21) Ve Sûr da üflenmiştir.[76] -"İşte bu, korkutulan gündür."- Ve herkes, kendisiyle beraber bir sürücü ve bir şâhit bulunarak geldi.
23) Ve onun yaşıtı olan arkadaşı/İblis dedi ki: "İşte yanımdaki hazır."

22. âyet, 1. âyetteki kasem cümlesinin cevabını teşkil etmesi sebebiyle, bize göre aslında bulunması gereken yerde değerlendirildiğinden, ölüm sarhoşluğundan başlayıp haşr ile yüz yüze gelişin ve hesap gününün dehşetinin anlatıldığı bu pasajın içine konulmamıştır.

19. âyette üçüncü şahıstan ikinci şahsa dönülerek iltifat sanatı yapılmış ve anlatım muhataba yöneltilmiştir. Bu da bize muhatabın özel olduğunu anlatmaktadır. Muhatabın özel olması demek, hitap edilen bu insanın genel anlamdaki insanları değil, sadece inkârcı, yalanlayıcı insanları sembolize ediyor olması demektir. Zaten İblis ile olan tartışması ve cehenneme atılması gibi pasajın bütününde anlatılan olaylar da bu insanın inkârcı, yalanlayıcı olduğunu göstermektedir.

ÖLÜM SARHOŞLUĞU: السّكر [sükr] sözcüğü genelde, "içkinin verdiği sarhoşluk, zihin bulanıklığı" olarak biliniyorsa da aslında "insanın herhangi bir sebeple zihinsel melekelerini tam olarak kullanamadığı her türlü zihinsel uyuşukluk durumu"nu ifade eden bir kavramdır. Buna göre, normal ve sağlıklı muhakemenin şaştığı veya ortadan kalktığı her türlü durum, sükr hâlidir.

Konumuz olan âyetteki sükr ise, –daha önce Kâriah ve Kıyâmet sûrelerinde de tasvir edildiği gibi– ölüm sarhoşluğunu, ölümle yüz yüze gelindiğinde meydana gelecek şoku ifade etmektedir.

Sükr sözcüğü Kur’ân'da bu anlamı dışında, "gözlerin sihir ile bulanması" anlamında Hicr/14-15'de, "şehvetten gözü dönmüşlük" anlamında Hicr/72'de, "kıyâmet korkusu" anlamında da Hacc/1-2'de geçmektedir.

ÖLÜM SARHOŞLUĞUNUN HAKK İLE GELMESİ: Bu ifade ile ölümün canı söküp aldığı başlangıç safhası kasdedilmiştir. Bu safha, daha evvel peygamber ve gönderilmiş kitap aracılığı ile verilmiş olan kıyâmete dair bilgi ve haberlerin gerçekleşerek insanın gözünün önüne geldiği safhadır. Bu safhada insan, âhiretin tamamen hakk olduğunu ve hayatın bu ikinci safhasına mutlu olarak mı, yoksa bedbaht olarak mı giriyor olduğunu bilecektir. Hatırlanacak olursa bu durum Kıyâmet sûresi'nde daha ayrıntılı olarak anlatılmıştı:

13O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler ile haberdar edilir.
14,15Aslında insan, tüm mazeretlerini koysa da bile/tüm perdelerini koysa da bile kendi aleyhine iyi bir gözetmendir: "16Onu çabuklaştırman için dilini ona hareket ettirme! 17Kuşkusuz yaptıklarının-yapmadıklarının birleştirilmesi ve toplanması yalnızca Bizim üzerimizedir. 18O hâlde Biz yaptıklarını-yapmadıklarını topladığımız zaman sen onun toplanmasını izle! 19Sonra, yaptıklarının-yapmadıklarının beyanı; kanıtlarıyla ortaya konması da sadece Bizim üzerimizedir." [Kıyâmet/13-19]

KORKUTULAN GÜN: İnançsız insan bu dünyada –sorumsuz diğer canlılar gibi– başıboş gezip dolaşmak istemekte, öldükten sonra yaptıklarının karşılığını göreceği başka bir hayatın varlığını da istememektedir. Bu yüzden âhiret düşüncesinden âdeta kaçmakta, böyle bir âlemin olacağını kabul etmeye asla yanaşmamaktadır. Ne var ki, ölüm sarhoşluğunun hakk ile geldiği o gün [o ölüm ânı], gözler önüne serilen o ikinci âlemin ilk safhasıdır. İnançsızın inanmaktan kaçtığı o âlem, o anda bütün gerçekliği ile inançsızın karşısına çıkmaktadır.

SÛR'UN ÜFLENMESİ: Sûr'un üflenmesi ifadesi, tıpkı eski devirlerde kullanılan, toplanmayı veya tehlikeyi haber vermek için genellikle büyükbaş hayvan boynuzundan yapılma bir borunun öttürülmesi gibi, o gün de sanki bir içtima borusunun veya sireninin çalınacağını düşündürmekte ya da bir hakemin oyunu başlatan ve bitiren düdüğünün öttürülmesini veya bir okulda dersin başladığını ve bittiğini bildiren zilin çalınmasını çağrıştırmaktadır.

Sûr'un birinci defa üflenmesi ile bütün canlılar ölecek, ikinci defa üflenen Sur ile de ölmüşler canlandırılarak kabirlerinden kaldırılacak ve Yüce Divan'da toplanmaya sevk edilecektir.
Sûr'un üflenmesi konusu Kur’ân'da birçok yerde geçmektedir:
68Ve sûra üflenmiştir de Allah'ın dilediği hariç, göklerde kim var, yerde kim varsa çarpılıp yıkılıvermiştir. Sonra ona başka bir daha üflenmiştir de onlar kalkmışlar karşıda bakıp duruyorlar. [Zümer/68]

99Ve Biz, kıyâmet günü ortak koşan kimseleri dalgalar hâlinde birbirlerine girer hâlde bırakıvermişizdir. Sûr'a da üflenmiştir. Böylece ortak koşan kimselerin hepsini bir araya toplayıvermişizdir. [Kehf/99]

51Ve Sûr'a üflenmiştir. Bir de bakmışsın ki onlar kabirlerinden Rablerine doğru akın ediyorlar. [Yâ-Sîn/51]

Bu âyetlerden başka Müminûn/101, Hâkkah/13, En‘âm/73, Tâ-Hâ/102, Neml/87, Nebe/18 âyetleri de sûra üfürülmesinden bahsetmektedir.

SÂİK ve ŞEHÎD: Klâsik eserlerde sâik'in, insanı önce mahşer meydanına oradan da hakk ettiği yere sevk edip götüren melek; şehîd'in de amelleri yazan melek olduğu yönünde açıklamalar yapılmıştır. Ancak bu yöndeki açıklamalar hem dayanaksızdır, hem de Kur’ân'daki tanıtıma uymamaktadır.
Sâik ve şehîd, yukarıda 17. âyette bahsedilen iki tesbitçi olup bize göre bunlar İblis ile insan hâfızası'dır. Bizim "İblis" dediğimiz sâik, burada ve 27. âyette karîn olarak nitelenmiştir. Bu kavramla ilgili daha ayrıntılı açıklamanın "Karîn" başlığı altında yapılmasını daha yararlı görüyoruz.

KARÎN: قرين [karîn] sözcüğü, "yakın, hısım, akraba, arkadaş ve yaşıt [aynı yaşta olan arkadaş]" anlamlarına gelir. [Lisanü’l Arab, "krn" mad.] Türkçe'deki "akran" sözcüğü de buradan gelmiştir.

Sözcüğün âyete göre en uygun anlamı, "yaşıt" anlamıdır. Çünkü karîn olarak nitelenen bu varlık, Rabbimizin emri ile Yüce Divan'da o kişi aleyhinde tanıklık yaptığına göre, onun ayrılmaz parçası denecek kadar o kişiye yakın olmalıdır. Ayrılmaz parça konumundaki bir yakınlık ise, o kişi ile birlikte doğup onunla yaşamayı ve onunla birlikte ölmeyi, yani o kişi ile yaşıt olmayı ifade etmektedir.

Bize göre bu karîn, "İblis"tir. Her kişi İblis'i ile doğar, yaşar ve ölür. Nitekim İblis de mahşere kadar, yani kişi ile birlikte huzura çıkıp aleyhteki tanıklığını yapıncaya kadar Rabbimizden izinlidir.

Karîn sözcüğü Kur’ân'da, 7'si tekil, 1'i de çoğul hâlde olmak üzere toplam 8 kez geçmektedir. Hem karîn'i, hem de İblis'i daha iyi anlayabilmek için bu sûrede geçen iki âyet dışındaki âyetlere de bakmakta yarar görüyoruz:

51-53Onlardan bir sözcü der ki: "Şüphesiz benim ‘Sen gerçekten, kesinlikle doğrulayanlardan mısın? Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz karşılık göreceğiz?’ diyen bir yaşıtım/yakın arkadaşım vardı." [Sâffat/51]

36,37Ve her kim Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] öğüdünden, anılmasından körleşirse Biz ona bir şeytan musallat ederiz de artık o, onun için akrandır/yandaştır; ve şüphesiz ki yandaşlar/akranlar, körleşenleri Yol'dan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin kılavuzlandıkları doğru yolda olduklarını sanırlar.
38Sonunda Bize gelince: "Keşke seninle benim aramda doğu ile batı arasındaki kadar bir uzaklık olsaydı" der. –Öyleyse bu ne kötü bir akrandır/yandaştır!– [Zuhruf/36-38]

36-38Ve Allah'a kulluk edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ve de anaya-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, uzaktan komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, yasalar çerçevesinde himayenize verilmiş kimselere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen; cimrilik eden, insanlara cimriliği emreden ve Allah'ın kendilerine armağanlarından verdiklerini gizleyen kimseleri ve Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikleri hâlde mallarını, insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimseleri sevmez. Ve Biz, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere alçaltıcı bir azabı hazırladık. Ve şeytan kimin için akran/yakın arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır! [Nisâ/36-38]

25Ve Biz onlara birtakım yaşdaşlarını/İblislerini kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar da, önlerinde ve arkalarında [tüm çevrelerinde] olanları kendilerine süslü gösterdiler. Gelmiş geçmiş herkesten, kendilerinden önce gelip-geçmiş ümmetlerde yürürlükte olan "Söz" onların üzerine hak oldu. Şüphesiz onlar, zarara/kayba uğrayıp acı çeken kimseler idiler. [Fussılet/25]

Yukarıdaki âyetlerde de görüldüğü gibi, bu dünyadaki yaşamında kişiyi yoldan çıkaran karîn [İblis], mahşerde yine devreye girecek ve neredeyse inançsız kişinin kendisini suçlamasına bile meydan vermeyecek şekilde, İşte yanımdaki hazır! diyecektir. İnançsızın son bir çırpınışla, yaptıklarının asıl suçlusu olarak İblis'i göstermesi karşısında da birçok âyette anlatıldığı gibi İblis kendini savunacaktır:

22Ve iş bitince şeytan [İblis/düşünce yetisi] onlara, "Şüphesiz ki Allah size gerçek vaadi vaat etti, ben de size vaat ettim, hemen de caydım. Zaten benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi çağırdım siz de bana karşılık verdiniz. O nedenle beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın! Ben sizi kurtaramam, siz de benim kurtarıcım değilsiniz! Şüphesiz ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim" dedi. –Şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar, kendileri için acı bir azap olanlardır! [İbrâhîm/22]

24,25,26) -"Haydi, İblis ve tanık; ikiniz, tüm inatçı, kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden, hayrı alabildiğine engelleyen, kendine haksızlık eden ve şüpheci olan o kişileri atın cehenneme! O ki Allah ile birlikte başka bir ilâh edinmişti. Haydi, ikiniz birlikte, onu şiddetli azaba atın!"-
Âyette geçen, القيا فى جهنّم [elkiyâ fî cehennem=ikiniz onu cehenneme atın] cümlesindeki القيا [elkiyâ=ikiniz atın] ifadesi, klâsik eserlerde Kur’ân dışı zorlamalarla değişik anlamlara çekilmiştir. Kimileri bu ifadeyi, "Atın, atın!" anlamında yorumlamışlar, kimileri de "ikiniz" şeklinde çevirip hitap edilenlerin ‘iki melek’ olduğunu düşünmüşlerdir. Halbuki Rabbimizin elkiyâ [ikiniz atın] emrinin muhatapları, 21. âyette bildirilen sâik ve şehîd'dir.

Bu pasajda, Haydi ikiniz, atın cehenneme her inatçı kâfiri! talimatı ile seslenilen, yalanlayıcı kâfirle birlikte haşr alanına getirilmiş olan sâik [karîn=İblis] ile şâhit [insanın hâfızası], dolayısıyla suçu işleyen organlarıdır. Bu demektir ki, inançsızı cehenneme atacak olanlar; kişinin cehennemi hakk eden davranışlarda bulunmasına sebep olan İblisinin (yani, kendisinin, nefsinin) ve bu davranışlarda bulunan organlarının tüm hareketlerini kaydetmiş olan hâfızasının aleyhteki tanıklığıdır. Başka bir tanığa da, sebebe [sâike, güce] de ihtiyaç yoktur. Çünkü insana şahdamarından daha yakın olan Allah, insanın bünyesine koyduğu donanım [İblis ve hâfıza] ile, haşirdeki yargılama sırasında çıkacak tartışmaları ta en baştan çözümlemiştir. İblisin dışında insan için, peygamberler, vahyler, yakınları ve toplumu da tanıklık edecektir. Bu konuyla ilgili şu ayetlere de bakılabilir.

Bakara/143, Hacc 78, Fecr/21-23, Nebe/38-40, Nisa/41, 159, Nahl /84, 89, Kaf/21, Mü’min /51, Hud/18, 19, Kasas/75, Fussılet /20-22, Nur/24, Ya Sin/65, Furkan/30, Maide/116-118.

Gerek kalıpları ve gerekse geniş anlamları itibariyle, âyetteki sıfat özellikli sözcüklerin Türkçe'deki bire bir karşılıklarının tek sözcükle ifadesi mümkün olamamaktadır. Bu sebeple sıfat nitelikli sözcüklerin ayrıntılı olarak açıklanması yoluna gidilmiştir.

كفّار [KEFFÂR=AŞIRI KÜFREDEN/AŞIRI NANKÖR]: كفر [küfr] veya كفران [küfrân] mastarlarından türemiş olması mümkün olan bu sözcük; küfr mastarından türemiş olduğunda "alabildiğine inkârcı"; küfrân mastarlarından türemiş olduğunda ise "alabildiğine nankör", yani "kendine bağışlanmış onca bolluğa rağmen Allah'ın nimetlerini inkâr eden, şükrünü eda etmeyen" anlamlarına gelir.

منّاع للخير [MENN‘ÜN Lİ'L-HAYR=HAYRI ENGELLEYEN]: Bu ifadedeki hayr sözcüğü, "mal-mülk" ya da "iman" manasına gelebileceği gibi, her iki mana için de kullanılmış olabilir. Bu durumda mennâ‘ün li'l-hayr ifadesi, "kimseye mal-mülk vermeyen, iyilik yapmayan, üstelik başkalarının yapmasını da aşırı derecede engelleyen, insanları imandan şiddetle alıkoyan" anlamına gelir. 25. âyette bir bakıma şöyle denmektedir: "O Allah'ı inkâr etti, inkârıyla da kalmayıp başkalarının hayrına [imanına] da engel olmaya çalıştı."

Bu sıfatın ve dolayısıyla âyetin daha iyi anlaşılabilmesi için Mâûn sûresi'nin hatırlanmasında yarar vardır:

1Âhirette herkesin iyi veya kötü, yaptığı işlerin karşılığını görmesini/Allah'ın sosyal düzeni belirleyen ilkelerini yalanlayan şu kimseyi gördün mü/hiç düşündün mü? 2,3İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse.
4-7Artık, salâtlarında ilgisiz, duyarsız, gösteriş olsun diye salât eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olan; toplumu aydınlatmaya çalışır gözüken] ve basit bir şeylerin bile bir ihtiyaçlıya ulaşmasını engelleyen kişilerin vay haline! [Mâûn/1-7]

معتد [MU‘TED]:

Bu sözcük, "zâlim, haddi aşan" anlamına gelir. [Lisanü’l Arab, "atd" mad.] Sözcüğün mennâ‘ün li'l-hayr [hayrı engelleyen] ifadesi ile birlikte ele alınması durumunda, hayr sözcüğünün de anlamı hesaba katılarak mu‘ted sözcüğü şu iki şekilde açıklanabilir:

1) Hayr sözcüğünün, "mal-mülk" anlamı ön plana alındığında mu‘ted'in de, malı-mülkü, sosyal yardımı çokça engelleyen, yapması gerekeni kendisi yapmadığı gibi haddi aşarak zâlimleşen, tefecilik ve hırsızlık gibi yollarla fakir-fukarayı soyup soğana çeviren bir insan olduğu anlaşılır.

2) Hayr sözcüğünün, "iman" anlamı ön plana alındığında ise mu‘ted'in, imanı engelleyen, bununla yetinmeyip haddi aşarak zâlimleşen, iman edenleri aşağılayan, onlara eziyet eden, öldüren, öldürdüğü gibi iman edenlerin düşmanlarına da yardım edip barındıran bir insan olduğu anlaşılır.

Mennâ‘ün li'l-hayr ve mu‘ted olan bir insanın, her işinde ahlâk sınırlarını yıkıp aşan, kendi çıkarları ve istekleri uğruna her şeyi yapmaya, her şeyi yıkıp geçmeye hazır olan, haram yolla mal biriktirip haram yollarda harcayan, insanların haklarına el uzatıp tecavüz eden, dili bir ahlâk sınırı tanımadığı gibi eli de zulüm ve eziyetten geri kalmayan, iyilik yoluna engeller çıkaran, bununla da yetinmeyip iyiliği benimseyenlere eziyet eden, iyilik için çalışanlara kötülük yapan aşırı günahkâr bir insan olduğu anlaşılmaktadır.

مريب [MÜRÎB]: Sözcük yapısı itibariyle Arapça'da farklı anlamları olan iki ayrı kalıba da uygundur:

Bu kalıplardan birine göre sözcük, "şüpheci, şüphe ile dopdolu" anlamına gelmektedir. Bu anlama göre yukarıda özellikleri sayılmış olan kişi aynı zamanda âhiret ve mükâfaat konusunda da şüphe içindedir. Dolayısıyla karşılığını alacağından şüpheli olduğu için kimseye yardım yapmamakta, mal vermemektedir.

Kalıplardan diğerine göre ise sözcük, "şüpheler uyandırmak sûretiyle başkalarını da şüphe içinde bırakan kimse"yi ifade etmektedir.

Topluca bakıldığında Rabbimizin bu âyetlerde, insanı cehenneme götüren sıfatları sayıp bildirdiği görülmektedir, ki bunlar; 1) Hakkı inkâr etmek, 2) Allah'a şükretmemek, 3) Hakka ve haklıya karşı direnmek, 4) İyilik ve doğruluk yolunda engel olmak, 5) Kendi malından Allah'ın ve kullarının hakkını vermemek, 6) Muamelelerinde haddi aşıp doğruluktan sapmak, 7) İnsanlara zulüm ve eziyet etmek, 8) Dinin temel prensiplerinden şüphe etmek, 9) Başkalarının kalbine şüphe sokmak, 10) Allah ile beraber başka birini ilâhlığa ortak kılmaktır.

Bu sıfatları ortaya döküldüğünde inançsız insan korkup titremekte, yaptığı her kötülükte arkadaşı ve yandaşı ile birlikte olmasından dolayı da onlardan gelebilecek suçlamaları savuşturmaya çabalamaktadır.


27) Onun yaşıtı olan arkadaşı/İblis dedi ki: "Rabbimiz! Ben onu azdırmadım. Fakat kendisi uzak bir sapıklık içindeydi."

Bu pasajlardaki söz akışından ve 27-28. âyetlerin ifadelerinden açıkça anlaşılıyor ki, karîn'den maksat, dünyada o kişi ile uyum içinde olan "İblis"tir ve o kişi ile İblis, Allah'ın mahkemesinde birbirleri ile atışıp tartışacaklardır.

Mahkeme esnasında kötülükleri ortaya dökülen kişi, şeytânın peşini bırakmadığından yakınarak asıl cezanın İblis'e verilmesini, İblis'in cezasının kendi cezasından kat kat fazla olmasını talep edecektir.

Buna karşılık şeytân da (yani, karîn olan "İblis" de), İbrâhîm/22'de olduğu gibi, o kişiyi günahkâr ve isyankâr yapmak için hiçbir zorlamada bulunmadığını, bu zavallı kişinin asıl kendisi iyilikten şiddetle kaçan, kötülüğe tutkun ve yapışık birisi olduğu için Allah'ın âyetlerinden, peygamberlerin getirdikleri mesajlardan hiçbirini benimsemediğini ve aksi yönde yapılan ufacık bir davete bile koşarak geldiğini söyleyerek kendini savunacaktır:

22Ve iş bitince şeytan [İblis/düşünce yetisi] onlara, "Şüphesiz ki Allah size gerçek vaadi vaat etti, ben de size vaat ettim, hemen de caydım. Zaten benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi çağırdım siz de bana karşılık verdiniz. O nedenle beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın! Ben sizi kurtaramam, siz de benim kurtarıcım değilsiniz! Şüphesiz ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim" dedi. –Şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar, kendileri için acı bir azap olanlardır! [İbrâhîm/22]

39,40İblis dedi ki: "Rabbim! Sen beni, insanları azdırmam için yarattığın nedenle kesinlikle ben de yeryüzünde, her şeyi onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini kesinlikle azdıracağım!"
41-44Allah dedi ki: "İşte bu Benim üzerime aldığım dosdoğru bir yoldur. Sana uyan azgınlardan başka, kullarımın üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Şüphesiz ki onların hepsine vaat edilen yer de cehennemdir. Onun için yedi kapı vardır. O kapıların her biri için onlardan bir parça ayrılmıştır." [Hicr/39-44]

60Derler ki: "Hayır, asıl size merhaba; selam sabah yok. Cehennemi önümüze siz getirdiniz. O ne kötü bir duraktır!"
61Derler ki: "Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki azabını kat kat arttır!"
62Ve yine derler ki: "Kendilerini kötülerden saydığımız birtakım adamları niye göremiyoruz? 63Biz onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?"
64Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/davalaşması gerçektir. [Sâd/60-64]

Bu tartışmalar başka sûrelerde de ayrıntılarıyla yer almıştır.

UZAK BİR SAPIKLIK: Âyette ضلالة [dalâlet=sapkınlık]in bir de uzaklık ile nitelenmesi dikkat çekicidir. Bu niteleme dall [sapkın] kimsenin doğru yoldan fazlasıyla sapmış ve uzaklaşmış olduğunu ifade eder. Sapıklıkta/sapkınlıkta epeyce yol almış ve o yollarda oyalanıp kalmış kimse, maksat ve hedeften epeyce uzak kalmış demektir. Dolayısıyla buradaki uzaklık, sapıklığın süresinin uzunluğunu ifade etmektedir. Doğru yoldan sapan kimse, saptığını anladığı anda girdiği yanlış yoldan dönerse, o kişi için maksat ve hedeften fazla uzaklaşma söz konusu olmaz. Ancak unutulmamalıdır ki, doğru yoldan saparak yanlış yolda uzun müddet giden kimse için artık semtler ve yönler belirsiz hâle gelir ve o kişi esas hedefi göremez, ona ulaşamaz; "gerçek"ten uzaklaşır, kaybolur gider.


28,29) Allah dedi ki: "Benim huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce tehdit göndermiştim. Benim huzurumda Söz[77] değiştirilmez. Ve Ben kullara asla yanlış iş yapan; yaptıkları iyi amelleri noksanlaştıran, haksızlık eden biri değilim."

Yani, Benim huzurumda çekişmeyin. Vaktiyle size kitaplar ve peygamberler göndermiş, sizi uyarmıştım. Azgınlık edenlere şiddetli azap edileceğine dair size tehditler göndermiştim. Şeytâna tâbi olmanız durumunda size cehenneme gireceğinizi daha dünyada iken haber vermiştim. Ama siz yine de ona tâbi oldunuz, Beni dinlemediniz. O nedenle şimdi hesap ve ceza yerinde boşuna çekişmeyin. Burası çekişme yeri değildir. Daha önce her amelin karşılığı belirlenmiştir. Her yapılan kaydedilmiştir, değiştirilmez. Herkes ancak yaptığından dolayı cezalandırılır. Kimseye zulmedilmez; çünkü cezayı veren en âdil hüküm sahibidir.

28. âyetin ifadesinden, âhiretteki mahkemede çekişmenin men edildiği ve bunun faydasız olduğu anlaşılmaktadır. Bu pasajdaki uyarının bir benzeri de Yâ-Sîn sûresi'nde yer almıştır:

59Ve ey günahkârlar! Bugün siz hadi ayrılın!
60-62Ben; "Ey Âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve andolsun ki şeytan sizden birçok kuşakları saptırdı" diye size ahit vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz? 63İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir. [Yâ-Sîn/59-63]

ALLAH'IN SÖZÜ DEĞİŞMEZ: Âyette değişmeyeceği bildirilen القول [kavl=söz] nedir? Bu soruyu kavl sözcüğünün bu âyette ifade etmesi mümkün olan iki farklı anlamı ele alarak cevaplamak mümkündür:

1) Söz, kelimesi, âyette özel bir sözü, kararı, ilkeyi belirtmek için kullanılmıştır. Bu ilke Kur’ân'da açıkça bildirilen bir ilkedir:
13Ve eğer Biz, dileseydik her kişiye doğru yolu verirdik. Velâkin Benden: "Bütün bilinen, bilinmeyen, geçmişten, gelecekten herkesten cehennemi elbette tamamen dolduracağım" sözü hak olmuştur. [Secde/13]

110Ve andolsun ki Biz Mûsâ'ya Kitab'ı verdik de onda ihtilâfa düşüldü. Eğer Rabbinden daha önce verilmiş bir Söz olmasa idi, elbette bu dünyada hemen cezalandırılırlardı. Ve onlar şüphesiz, Kur’ân'dan kuşkulu bir şüphe içindedirler. [Hûd/110]

Kur’ân'da başka âyetlerde de tekrarlanan bu ilke, cehennemin ins ve cinn [herkes] tarafından doldurulmasına yönelik, Rabbimiz tarafından alınmış bir karardır. Ancak Rabbimizin ins ve cinnin özgür irâdeleri ile yaptıkları seçimi esas aldığı dikkatten kaçırılmamalıdır.

Rabbimizin bu kararı Kur’ân'da bazan el-kavl (İsrâ/16; Neml/82, 85; Kasas/51, 63; Yâ-Sîn/7, 70; Sâffat/31; Fussılet/25; Ahkâf/18) olarak; bazan da kelimetü Rabbik (Hûd/119; En‘âm/115; A‘râf/137; Yûnus/19, 33, 96; Mümin/6; Fussılet/45; Şûrâ/14; Sâffat/171; Tâ-Hâ/129) olarak yer almıştır.

Bu âyetler ışığı altında, Allah'ın sözü değişmez ifadesinin takdiri şu şekilde yapılabilir: "Benim katımda kararımı değiştirme prensibi yoktur. Sizin için verdiğim cehenneme atma kararı geri alınamaz. Siz daha dünyada iken, yolunu sapıtanlara ve yolu saptıranlara âhirette ne ceza verileceğini bildirdiğim o kanun da değiştirilemez. ‘Sizden hanginiz kötülük yaparsa o cezasını bulacaktır.’, ‘Hanginiz doğru yoldan ayrılırsa vebalini yüklenecektir’ diye ikinizi de uyarmıştım. Benim bu uyarıma rağmen ikiniz de suç işlemekten vazgeçmediniz. Şimdi çekişmekle elinize ne geçecek? Doğru yoldan sapana, saptığından dolayı; doğru yoldan saptırana da saptırdığından dolayı mutlaka ceza verilecektir. Bu sözden dönüş yoktur."

2) القول [söz] kelimesi, âyette "cins isim" olarak kullanılmıştır. Bu kabule göre ifadenin anlamı zımnen şöyle olur: "Benim katımda yalan söylenilemez. Benim huzurumda bir şeyler uydurulamaz, iftira edilemez. Çünkü Ben âlimim, dolayısıyla azanı da, azdıranı da, az azanı da, çok azanı da bilirim. Dolayısıyla sizin, ‘Beni şeytân azdırdı’ şeklindeki sözünüz de, şeytânın ‘Ey Rabbimiz! Onu ben azdırmadım’ şeklindeki sözü de Benim nezdimde bir şey ifade etmez."

ظلاّم [ZALLÂM]: Bu sözcük, "çok büyük zâlim" demektir. Ancak sözcüğün anlamından yola çıkarak âyetteki ifadeyi, "Ben çok büyük zâlim değilim" diye anlamak doğru değildir. Çünkü bu ifadenin mefhumu muhalifinden, "Ben çok büyük zâlim değilim, ama zâlimim" manası çıkar. Oysa Allah'ın zâlimliği söz konusu olamaz. Tam tersine, Yüce Allah zâlimliğin zıddı sıfatlara sahiptir. Dolayısıyla buradaki ifade şöyle anlaşılmalıdır: "Eğer Ben yaratıcı ve Rabb olarak kendi beslediğim yarattığıma zulmedersem o zaman çok büyük zâlim olmuş olurum. Bundan dolayı Ben Kendi kullarıma en ufak bir zulüm bile yapmam. Size verdiğim ceza doğrudan doğruya, kendi kendinizi müstahak kıldığınız cezadır. Size hakk ettiğinizden zerre kadar bile fazla ceza verilmeyecektir. Benim mahkemem, benzersiz bir adaletin mahkemesidir. Bu mahkemede, suçu kesin şahadetlerle isbat edilmeden hiç kimse cezaya uğratılmaz."*



75 Burada konu edilen Söz, Sâd/84- 85 ve Secde/5'te konu edilen “cehennemin ins ve cin [herkes] tarafından doldurulması”na yönelik, Rabbimiz tarafından alınmış bir ilke kararıdır. Rabbimizin bu kararı Kur’ân'da bazen el-kavl, bazen de kelimetü Rabbik şeklinde geçer.






*İşte Kuran, Kaf Suresi








Yorumlar - Yorum Yaz
Site Haritası
Takvim